KÂL İLMİNE BAĞLI HAL İLMİ

Ümit G. CEYLAN 04 Nis 2024

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Tasavvuf literatüründe ağızlara pelesenk olmuş bir cümledir "tasavvuf kâl ilmi değil, hal ilmidir". Galat cümle midir bilemiyorum, ancak ne hal ne de kâl tek başına fayda etmez.

İlimsiz amel, faydasız işlere sebep olur. Bir şeyi neden, nasıl yaptığını bilmeden ne işe yaradığını kavramadan yapılan fiiller insanı boşluğa sürükler. Bu boşluk başka taraflara çekenlerin avucuna düşme riski barındırır. O yüzden uğraştığımız işin veya meşguliyetin bize faydasını, zararlarını bilmeliyiz. Öte yandan ilim sahibi olup işin ilmini bildiği halde içselleştirmeyen, davranışlarına aksettiremeyenin de öğrendiklerinin ancak hamallığını yapmasına neden olur. İnsanın toplumsal bir varlık olmasından kaynaklanan dönüştürücü etkisi nedeniyle gerek yazılı, sözlü ilim gerekse bunun davranışa dökülmesinde büyük sorumluluğu vardır. Kal ilmi yani bizdeki karşılığı Kur’an ve sünneti esas alarak ilim yapmak, hayatı düzenlemek, donatmak için doğru referans kaynağıdır.

Hal ilminin başı selamdır

Birine selam vermek büyük sorumluluktur. Selam veririz. Vermeliyiz de. Ama neden veririz. Öylesine mi? İnsanlar artık selam vermiyorlar bu zamanda diyebilirsiniz. Evet vermiyorlar, doğru. Çünkü insanlık şunun farkında, selam verirsem üzerime bir sorumluluk almış olacağım. Selam vermekten kasıt muhatabının derdi ile hemhal olmaktır. Selam kâldir. Kelam ağızdan çıktığı an hakkı verilmelidir.  İşte buradaki kelamın vücut bulması ve diğer tabirle hal haline gelmesi gerekir. Hal haline gelmesi gerekir çünkü ilim insana fayda vermesi için vardır. Faydasız ilimden Allah’tan korunmayı da bu nedenle talep ederiz. İlim davranışa aksettiği anda ilim/kâl hikmete dönüşür. O zaman bu ilimden toplum da faydalanır. Zaten ilimden bir kişinin nasibini alıp onunla sabahlara kadar baş başa oturmasının bir faydası yoktur. Bu nedenle selam başta olmak üzere insani sorumluluğumuzu bize her an hatırlatır. Halimizi kime anlatırız? Elbette selamın muhatabına. O yüzden insanlar günümüzde selam vermekten kaçınarak bütün ilimleri de baştan aşağıya reddetmektedirler. 

İlim bilmekle

Bilmek ve hal etmek arasında çok derin bir bağlantı vardır. İlim bilinmek için vardır. En hayırlı ilim de Allah’ın ilmi, insanı uyandıran ilimdir. İnsanı uyutan, köleleştiren, ruhbanlaştıran, aptallaştıran, tamahkâr yapan ilim hikmetten geçmez. Hale geçirilmiş taklit yüzeyseldir. Ancak çocuklar için basit işleri ve temel ahlaki değerleri öğretmek ilk başta taklit gereklidir. Yemek yemeyi, odasını toplamayı, teşekkür etmeyi çocuk taklit ederek uygulamaya geçirir. Zamanla bu uyguladıklarının ilmi tarafını da öğrenir. Kitaplar dolusu ilim bilebilirsiniz. Hatta kuramcı bile olabilirsiniz. Ama insan kendini bilemedikten sonra bu bildiğini zannettiklerinin onu ancak isyana, kaosa götürür. İnsan öncelikle kendini bilme bilgisinden başlamalı bilmeye. Zaaflarını, hatalarını, yanlış öğrendiklerini, yalanlarını, hırslarını yüzleşmeye hazır olmadıktan sonra bildiklerini neden okumuş ola ki? Bilmek ne ki ayrıca. İlim bile olsa ne ki? Allah’ın birlik mesajını alamadıktan sonra ilimde zirve olsan ne olacak! 

İlmin en üst noktası

Bilir misiniz bu nedir? İlmin/kâl’in en üst noktası hayret ve haşyettir. Hayret her an yeni bir iş ve oluşta olan alemin yaratıcısına heyecanını gizleyemeyerek şah damarından Allah’a giden yolu hissetmektir. Öte yandan Allah’tan en çok korkanlar alimlerdir. İlmi bilip de hal kısmında kusur işlemekten korkacak derecede, öğrendikçe hayret eden alimlerdir. Keşfettikçe önünde kapılar açılan yine alimlerdir. Alim deyince laboratuvarında deney yapan biri gelmesin sadece aklımıza. Bir bilginin kırıntısı dahi nasip olduysa onun hakkını hal etmekle mükellefiz. Gerisi lafı güzaf. Kâl ile hal birbirini tamamlar. Bu tamamlayışın zirve noktası da sevgi, merhamet, şefkat ile tüm aleme bakabilmektir. Çünkü alem sevgi ilminden yaratılmıştır. İnsanlar da bu ilmin halidir vesselam.

Tartışma kültürü öldü

Tartışmak düşünmek ile doğrudan bağlantılıdır. Düşünen insan öğrenmek ve meselenin iç yüzünü anlamak için soru sorar. O yüzden de alt yapıya, ön okumalara ve birikime sahip olmak gerekir. Yoksa o tartışma yüzeysel olur. Nitekim bugün tartışmalar sosyal medyada aklına geleni yazma tarzına indirgenmiş durumdadır. Bir konuyu masaya yatırmak, etraflıca tartışmak ve bu zeminden sağlıklı bir bilgiye ulaşmak tartışmanın sebebi olmalıdır. Normal hayatta karşı karşıya geldiğinizde iki tane argüman sunamayacak kişilerin sosyal medya platformlarında aklına geleni yazmaları tartışmanın sağlıklı zemine taşımadığını gösteriyor. Sadece bir laf söylemiş olmak için algıya yenilenlerin, soru sorma kültürüne sahip olmadan sadece konuşmak ve içini boşaltmak için oluşan bu zeminlerde tartışmaya girmemek en sağlıklısı. Yukarıdan bakamayan, bakma cesareti olmayan ya birine ya da ötekine yaranmak zorunda olduğunu düşünen bir aidiyet korkusu ile hareket eden insanlar çok fazla. Bu insanlarla neyi hangi zeminde tartışacaksınız da netice sağlıklı olacak. Farklı fikirler, anlayışlar bizim kültürümüze göre rahmettir. Buradan çok değişik, kucaklayıcı sonuçlar çıkar. Ama bugün sosyal medya tartışma kültürünü öldürmüştür. Çünkü insanları düşünmeye değil saldırmaya dönüştürmüştür. İster istemez işimiz gereği sosyal medyada da varız. Yapılan yorumlara bakınca bunu yazma gereği duydum. Muhabbetle

 

vazo, pencere, çiçek, durağan yaşam, cansız doğa içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

 

Dünyanı güzelleştir

Vazo içinde çiçeği sevdiğin bir yere koy ve seyret alemi. Her zerresi temaşa ediyor atomlarıyla bütün kâinatı. İç içe bütün sorular. Aradığın cevaplar ve ötesi dünyanı güzelleştiren bir çiçekte saklı. İnsan uzakları görür çiçeğin yaprağının dokusunda. İnsan sevdiklerinin kokusunu duyar çiçeğin tomurcuklarında. İnsan sesler duyar sorular sorar, cevaplar alır çiçeğin an be an hareketlerinde. İnsan çiçeğin en taze halinden solan anına dek bir yaşama eşlik eder. İnsan mutluluğu tadar bir çiçeğin güzelliğinde. Her şey bir çiçeğin anlamına sığabilir. Gelip geçici hazlar değil, sonsuz bir dünyaya açılır kapılar, bir çiçeğin renginde. Manolya mı dersin, gül mü? Hepsi birbirinden manalı. Hepsi çiçek de sırrı suretini bilmek bilge iştir. O yüzden çiçeği küçümseme, kenara atma. Onda nice hikmetler var. Dedik ya sırrı suretine vakıf olanın dünyadan ahirete kurduğu köprünün diğer ucunda bekleyen, bir çiçek olsun. Varsın herkesin sevdiği çiçek farklı olsun. Yeter ki dünyanı da ahiretini de güzelleştirsin.

HACİVAT İLE KARAGÖZ

.............................................

 

 

Hay Haaaaaaak!..

 

Karagöz yine meydanda. Yine sağda solda sataşacak bir adam var mı diye nazar atıyor etrafına. Karagöz; 

 

-"Hay Haaaaaaaak!.. Kimseden ses çıkmıyor yaaaahuuuuu! Ölü toprağı serpilmiş gibi nedir bu; sükût mu? Sükuuutu hayal mi yaşanıyor bu mahallede more?..

 

Hacivat bu soruya karşılık sessizliğini bozdu;

 

-"Karagöz'üm yeni çıktık seçimden. Bir kısmımız kaybettik, diğer kısım kazandı seçimi. Kaybedenler olarak elbette sükuuutu hayaldeyiz. Konuşacak mecalim yok!.."

 

Karagöz Hacivat'ın bu rahatsızlığını duyunca hem üzüldü hem de içinden içine sevinir oldu.

 

-"Hay Hacicavcavım üzülme, hüzünlenmek olur ama her derdin de bir çaresi vardır. Olur böyle vakalar, Türk zaptiyesi yakalar!"

 

Hacivat sessiz bir sadayla;

 

-"Üzüntüyü bırakmak, hüznü dindirmek için sükût etmek lazım gelir; Karagöz'üm sustum gitti işte!...

 

Deyip ortaya okkalı bir söz atar ve konuşmayı bitirir uzletine çekilir..

 

"Söz gümüş ise sükût altındır." 

 

 

 TERZİNİN KIZINA BAYRAM

 

Şu bayramların eskiden yeni bir takım kıyafet almak adına nasıl özel bir anlamı olurdu, hatırlar mısın sevgili okur. Yeni bir elbise, yeni bir çorap, yeni bir ayakkabı alınacak diye sabırsızlanır, alındığı zaman sabah olsa da giysek heyecanıyla sabahı sabah edemezdik. Bizde yani çoğumuzda durum aynıydı. Ama onda değil.

Hazır giyim mağazalarının önünden vitrinlere baka baka geçerken bir kadının bana bağırdığını sandım. Oysa arkamda gelen başka bir hanım arkadaşına bağırıyormuş.

Nerde kaldın sabah beri seni bekliyorum, ne vakit daldın o vitrine niye öyle uzun

uzadıya kaldın orada, diyordu. “Çocuklara alışveriş edeceğiz diye çıktık evden, daha iftara yemeğim yok. Baktığın da çocuk kıyafeti değil. Her mağazada bu kadar oyalanırsak sahura kadar buradayız”.

            Arkamdaki kadına dönüp bakamıyordum ama önümdeki kadının orucuyla alakalı sabır taşı hâlâ düşmemişti belli ki, sinirinden köpürüyordu. Dinamiği izlemek karşı tarafın savunmasını dinlemek için haklı sebebim vardı. Kendimi muhatap aldığımdan olsa gerek yavaşladım verilecek cevabı duymak için.

            “Yenge kız rahmetli annemi hatırladım o vitrinin önünde”

            “Tövbeee vitrinin nesi hatırlattı bacım”

            “Minik çiçekleri olan bir elbise vardı mankende gördün mü ki”

            “Görmedim”

            “Annem biliyorsun mahallenin tek ve en iyi terzisiydi, yabancı memleketlerden giyim, dikiş dergileri getrilerdi. Görsen tek bir kelimesini bile anlamazsın. Annem çözerdi onları hatta bence Almancasını, İngilizcesini ve hatta Fransızcasını bilirdi dikişin”

            “eee”

            “Her sene ramazan ayı girmeden kumaşçıları gezerdik, sonra telaşe olur diye. Kendine bir eteklik, bana da bir elbiselik biçtirirdi. Ben, bir kere… aynı bu kumaş, şu eğlendiğim vitrindeki kumaştan beğenmiştim. Eline aldı, inceledi, kumaşın metre fiyatını sordu, aldığı cevaptan sonra bu ince bu mevsimde bu giyilmez, dışardaki sepetten seçelim sana demişti. Ben sepete bakmam bana onu al deyince uzun uzun yüzüme baktı, kaşlarını çattı, elini sallayarak bunu alırsam ayakkabı almam sana dedi. Alma dedim kumaş öyle güzeldi ki ayakkabı beş dakika, elbise akşama kadar üstümde kalacak, dedim bende. Aldı yenge bana o kumaşı, poşetimi eve kadar taşıdım. Eve varınca çıkarıp üzerime dolayı dolayı verdim. Sevincimi anlıyordu, gülüyordu bana. İftardan sonra bütün dergilerini döküp karıştırdı, saatlerce sayfa çevirdi. Ne aradıysa onu buldu koydu önüme. Bundan dikeceğim sana dedi. O kumaşı o elbiseyle hayal edemedim tutturdum istemem diye ne dedimse boş, kalıbını çıkardı gazete kağıdına, sabunuyla işaretledi kumaşı paramparça etti. Sonra kumaş ortalardan kayboldu.”

            “Dikmedi mi?”

            “Her gelen komşunun kumaş poşeti benim poşetin üstüne bindi, bir süre sonra bende unuttum. Bayram arifeleri bende o gün bugündür dikiş makinesi sesidir. Çoğu zaman sahura kadar oturur tıkır tıkır dikiş dikerdi. Provaya gelenler, daraltmalar… Uykusuzluktan huzursuz olur, yanlış parçayı yanlış yere dikince sinirlenerek sökmesinden korkardım. Herkes temizlik, baklava yapar, evini bayrama hazırlardı, biz herkesi bayrama hazırlardık”

            “Kız dikmedi mi”

            “Dikmedi yenge günlerce arifenin sabahına kadar, elinde benim elbiseliği görmedim. Bayram sabahı dikiş makinesi toplanmış, üstünü örtmüş, beraber aldığımız kiremit rengi etekliğini kalem etek yapıp giyinmiş, tertemiz bir sabaha uyandırdı beni. Kahvaltı hazırdı, ama daha önemlisi benim sandalyemde benim elbisem asılıydı, aynı o kumaş yenge çiçeklerine kadar aynı…”

            Hızlı adımlarla geri döndüm sevgili okur, bir rahmetli terzinin bir bayramın kahramanı olduğu o güne dönmeye, vitrinin karşısında rengarenk çiçekleri olan elbisenin önünde kalakaldım.

            Sen yine de beni değil kendini de bayram sabahına uyanan heyecanlı bir çocuk gibi hatırla sevgili okur. İçinde allarla, morlarla mini mini mine çiçekleriyle hatırla…

                                                           Bayramın bayram olsun…