ÜNİVERSİTELERİMİZİN GELECEĞİ

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Çok değil, yirmi otuz sene öncesine kadar, ülkemizde olumsuz şeyleri eleştirmek için "eller Ay'a biz yaya" derdik. Amerika Birleşik Devletleri, 1969'da Ay'a ilk inişi gerçekleştirdikten sonra, gelişmişliğin ve önemli işler yapıyor olmanın göstergesi, Ay'a gitmek hâline gelmişti. Bundan başka "füze yapmak", "uçak yapmak", "atom bombası yapmak" gibi ifâdeler de kullanıldı. Çok şükür ki, 2024 yılının ilk günlerinde ilk astronotumuz Alper Gezeravcı, Uluslararası Uzay Üssü'ne ulaştı ve artık uzaya gitmek "bizim yapamadığımız şeyler" arasından çıktı. (Not: Bunu itibarsızlaştırmak için "turistik gezi" diyenlere kulak asmayın).

Yeniliklere çabuk alışıyoruz. TOGG yollara çıkalı çok kısa bir süre oldu ama sanki senelerdir görüyormuşuz gibi artık dönüp bakmıyoruz. Uzay konusuna da çabuk alışacağız ve Ay’a sert ya da yumuşak iniş yaptığımızda pek heyecanlanmayacağız. (Not: Onu da itibarsızlaşmak isteyenler olacak. Onlara da kulak asmayın.)

Bütün bu gelişmelerin ve değişimlerin çıkış yeri üniversitelerdir. Hem bu gelişmelerin arkasındaki insanlar, üniversitelerimizden yetişiyor hem de bu gelişmelerin başlangıcından günlük hayâtımıza girene kadar geçen süredeki ar-ge çalışmaları ve deneyler üniversitelerimizde yapılıyor.

Üniversitelere bile çabuk alıştık. Üniversite okumak, üniversite mezunu olmak artık bir ayrıcalık değil. Bu, kısa sürede oldu ama çabuk alıştık. Alışıyoruz ve normalleştiriyoruz. Bunda tuhaf bir şey yok, ancak normalleşince önemsizleştirme sarmalına giriyoruz.

Bu önemsizleştirme sarmalından çıkan en tehlikeli sonuç, “üniversite mezunu işsizler”dir. Üniversiteyi, gelişmelerin kaynağı olarak değil de, iş ve işçi bulma kurumu ya da “zaman geçirme ortamları” hâline getirme yanlışımız yüzünden, her üniversite “üniversite” olamıyor. Olsa bile uzun sürüyor ve kaynak isrâfına sebep oluyor.

“Parasız” üniversite

Ben 1990’lı yıllarda üniversitede okurken, kendini “solcu” zannedenlerin en yaygın söylemi” “parasız üniversite” idi. Üniversiteler “parasız” olsun istiyorlardı. Kamuoyunda “özel üniversite” olarak bilinen ama resmî adı “vakıf üniversitesi” olan üniversiteler de yeni kurulmaya başladığı için, devlet üniversiteleri cüzî de olsa “paralı” idi. Ama zâten başvuran herkese “öğretim bursu” çıkıyordu. Devlet bir cebinden alıp öbür cebine koyuyordu. Ancak “solcular”, devlet üniversitelerinde “paralı” okunduğu söylemini kullanıp eylem malzemesi yapıyorlardı. Daha sonra hem “solcular”a malzeme olmasın hem de bir cepten alıp bir cebe koymanın bürokratik işlemlerinden kurtulmak için devlet üniversiteleri resmen “parasız” oldu. Günümüzde “2. Öğretim” uygulaması hâriç devlet üniversiteleri “parasız”dır.

Bedâva olunca kıymet bilinmiyor

Yirmi yıldan uzun bir süredir üniversitede olan bir akademisyen olarak üniversitelerimizdeki birçok sorunun içinde en gözüme batanı, lisans eğitiminin dört yıl boyunca “parasız” olması ve öğrenci beşinci seneye uzatırsa “para” vermesidir. Bunda ilk bakışta sorun gözükmeyebilir. Ancak dört senede mezun olamayan öğrenci, daha sonraki yıllarda para verirken, dört yıl içinde, mesela dördüncü sınıfta olduğu hâlde birinci sınıftan dersi kalıp alttan alan öğrenciler, herhangi bir ücret vermemektedir. Yâni birinci sınıfa yeni başlayanlar için ayrılmış kontenjan, alttan alanlar sebebiyle dolaylı olarak şişmektedir.

“Nasıl olsa para vermeyeceğim” deyip dört yıl boyunca alttan ne kadar dersi olursa olsun önemsemeyen öğrenciler, üniversitelerimizin maddî ve akademik kaynaklarının isrâf edilmesine sebep olmaktadır. Bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğu “devam mecbûriyeti” olmadığı için, alttan aldıkları derse gelmeye “zahmet” bile etmemekte, sınavdan sınava okula gelip sınav kâğıdı doldurmaktadır. Ama “Derse geldiğiniz hâlde başarısız olduysanız derse gelmeyerek nasıl başarılı olacaksınız” sorusuna ise şimdiye kadar cevap alamadım. 

Dördüncü sınıfta olup alttan ders alan ama derslere gelmeye “zahmet etmeyen” ve yine başarısız olan ve dersten kalan öğrenciler, e-posta ile 7/24 ulaşmanın verdiği rahatlık ile, sınav sonuçları açıklanır açıklanmaz hiç vakit kaybetmemektedir ve “not dilenmek” için mesaj atmamaktadır.

Birinci sınıflara “baraj” sistemi

1933 yılında gerçekleşen “üniversite reformu” için hazırlanan ve Atatürk’e sunulan rapora Atatürk şu notu düşmüştür: “Okumaya istekli olmayan öğrenci birinci sınıftan sonra üniversiteden uzaklaştırılmalıdır.” 

Başarısız olduğu takdirde ilk sınıfta üniversiteden atılacağını bilen öğrencinin üniversiteye yapacağı katkıdan bugün maalesef mahrûmuz. Deyim yerindeyse “üniversiteye kapağı atan” her öğrenci, devlet üniversitelerinden “en az dört sene” okumaktadır. Tabi buna “okumak” denirse. Okumadan üniversite mezunu oldukları için de kaçınılmaz olarak “üniversite mezunu işsiz” oluyorlar.

Buna bir çözüm olarak “birinci sınıf barajı” getirilebilir. Yâni, birinci sınıfın sonunda tek bir dersten bile başarısız olan öğrenci ikinci sınıfa geçememelidir. Bu dersi veya dersleri, ikinci defa alıp yine başarısız olması durumunda ise üniversiteden kaydı silinmelidir. Hatta mümkünse üniversite yerleştirme sınavına tekrar girme hakkı bir yıl dondurulmalıdır.

Alttan alınan derse “ücret”

Üniversitelerde “barajın kaldırılması” ile düşen öğrenci kalitesini arttırmak için ikinci önerim ise, ikinci ve daha sonra yıllarda başarısız olunan ve alttan alınan dersler için, dört yıllık süre içinde olsa bile, “ücret” ödenmesidir. Yâni ikinci, üçüncü ya da dördüncü sınıfta olup daha önce aldığı ve başarısız olduğu dersi yeniden alan öğrenciler, “ikinci öğretim” ücretleri baz alınarak tespit edilecek bir miktar ödeme yapmalıdır.   

Bu önerilerimin birçok öğrenci tarafından beğenilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Ama maalesef bedâva olan şeye önem ve değer vermeme gibi bir kültürümüz var. Market poşetleri için 25 kuruş ücret alınmaya başladıktan sonra poşet kullanım oranının düştüğü ve poşetlerin sebep olduğu çevre kirliliğinde azalma olduğu hepimizce mâlumdur.

Üniversitelerimizi Anadolu şehirlerine “yatırım projesi” ve “işsizliği azaltma” aparatı olarak görmeyi bırakıp asıl açılma amaçları olan “bilimsel gelişme merkezleri” olarak kullanma konusuna daha ağırlık vermeliyiz. Bunun için akademik kadrolar, nicelik olarak değilse bile, nitelik olarak yeterlidir. Ama bir sonraki nesilde üniversitelerde hocalık yapacak olan gençlerin şimdi henüz öğrenci iken kalitelerini arttırmak zorundayız. Aksi takdirde yukarıda belirttiğim olumsuzluklar sebebiyle, kaliteli öğrencilerimiz de uygun ortamdan mahrum kalmaya devam edecektir.