DAVA İNSANI OLMAK

Ümit G. CEYLAN 29 Şub 2024

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Dava insanı olmak hem de bu zamanda!

Hesap sormak haksızlığa. Dik durmak hayasızlığa. Yalana, dolana, omurgasızlığa yeltenmemek. Harama el uzatmamak. Aç kalmak pahasına helalden yana olmak. Yetimin hakkını düşünmek. Kul hakkından kaçınmak. Yerdeki lokmayı eğilip almak, bir kenara koymak. Düşmüşün, garibanın elinden tutup kaldırmak. Yalnız kalmak pahasına doğrudan şaşmamak. Dünyaya meydan okumak. Ezberleri altüst etmek. Değerleri diri tutmak. Kendini hesaba çekmek. Herkesten uzakta Allah’la baş başa dertleşmek. Ruhunu satmamak. Sözü özü bir olmak. Kaşı, gözü ayrı oynamamak. Edebiyle oturmak edebiyle kalkmak. Münafıklarla, yalakalarla aynı ortamda bulunmamak. Hesabı kitabı defterine uydurmamak. İnsanlığını korumak. Başkaları adına utanmak. İnsanı kardeşi bilmek. Yanlış yapana set çekmek. İşine, aşına, sevdiğine sahip çıkmak. İşini, gücünü doğru dürüst yapmak, hakkını vermek, kaytarmamak. Devletine ve milletine, vatanına, bayrağına böyle sahip çıkmak. Hamasetle değil halinle bir abide gibi dikilip adeta bayrak olmak. Dünyanın bir ucundan düşmana korku salmak. Adaleti bayrağın ucunda sallandırmak. Rüzgârı tersine çevirmek. Suyun akışını değiştirmek, tarih yazmak. Dava adamı olmak! Adamın ademden geldiğini bilen er kişidir. Er gibi yaşar dimdik er gibi ölür. Öldü denilen yerden yeniden fışkırır arşa uzanır. Yaşamak gönüllere girip ölümsüzleşmektir onun için. Bir de dünya insanından uzakta yalnız ölmeyi göze almaktır dava adamı.

İnsan müsveddeleri

Her yerde birbirine benzeyen kopyalanmış, özgünlüğünü kazanamamış, biricikliğinden bihaber insan müsveddeleri dolaşıyor. Yapay zekâ mı arıyoruz? Zaten etrafımızdalar. Onun bunun zekasını kopyalayan, kendinden üretemeyen bunun için oturup okuması, araştırması en azından düşünüp tefekkür etmesi gerekirken önüne gelen bilgileri papağan gibi tekrarlayan insan müsveddeleri dolaşıyor. Marketten hala o içeceği alan orta yaşlı kelli felli Müslüman görünümlü müsveddeler. Ucuzluğu kaçırmayan, birbirlerinin üstünden atlayan hayvan müsveddeleri. Yemeği Agop’un kazı gibi yiyen insan manzaraları. İnsanlığımdan utandıran görüntüler bunlar. Yemeğe herkesten önce oturmazdık. Evde bile önce baba otururdu. Hele misafirlikte.. Orta yerde sokakta elimizde yiyecek olmazdı. Sokakta yemek yemezdik. İnsan haya sahibidir. Hayamızı kaybettik davamız da kalmadı.

Davan olsun. Davanı sahiplen, sahiplendir

Umutsuz muyum? Asla. Allah’tan ümidini kesen yazar mı? Yazabilir mi? Allah’tan umudu kesen yazsa da yazısı bir işe yarar mı? Davası olmayan yazsa ne olur yazmasa ne olur? İnsanın davası olmalı bir yol açmalı. Gülümsetmeli karşısındakini. Bir çocuk sosyal medyada sesleniyor diyor herkes gülmeli ve kibar olmalı. Büyüyünce amacı insanları gülümsetmekmiş. Davasına bak küçük hanımefendinin. Ne kadar sade ama insanın yüceliğini, biricikliğini ortaya çıkaran bir özellik. İnşallah bozulmaz inşallah davasından sapmaz. Bizim de davamız olmalı. Yani Türkçe dersek ülkümüz olmalı. Ülkü kelimenin kökeni itibariyle de tamamen benden bize geçiren bir kelimedir. Bebek önce kendisine ister kendisiyle ilgilenilmesini ister bencildir. Ama insanoğlu büyüdükçe dünyayı anladıkça etrafındakilerle irtibatı artırdıkça bir anlam keşfeder. Bu keşif onun ileride yaratılmış her şeyle ülküsünü oluşturacak gelişmeyi beraberinde getirmelidir. İnsan kendi başına kalamaz. Kalsa da kalamaz. O yüzden insan ülküsü uğruna dağları deler. İnsan ülküsü için ayağa kalkar hem insanlığı kurtarır hem de kendini vesselam.

IQ düşmüş

Uluslararası IQ Araştırmasının raporuna göre Türkiye’de zekâ son bir yılda 1,5 puan gerilemiş. Bu araştırmaya yönelik sorularımız olacak, mesela; Türkiye’de gerilerken ilerleyen ülkeler olmuş mu? Ya da bu araştırmanın kriterleri nelerdir? Bunlar ve daha fazlası aklıma geliyor. Ama şunu diyebiliriz. Gerçekten bu araştırma doğruysa bunun sorumlusunu internet ve eğitim sistemimiz olduğunu söylesem çok kişi ve uzman bana hayır demeyecektir.

ODTÜ Fizik

Öte yandan IQ demişken geçen gün ODTÜ fizik mezunları ile ilgili birtakım sözlere denk geldim. ODTÜ fizik mezunlarının iş beklemeyeceklerini gerekirse başka işler de yapabileceklerini ifade eden bir konuşmadan bahsediyorum. ABD’den verilen örnekler de vardı bu konuşmada. İşine zamanında gelmiyorsan, işinde titiz değilsen, işteki durumuna bakılır ve çalışmana son verilir deniliyor.  Anladım da Türkiye’nin belli başlı öğrencilerinin tercih ettiği ve bu üniversitenin bölümünü neden bu konularla örnek gösterildiğini anlamadım. ODTÜ fizik temel bilimlerdendir. Biyoloji, Kimya, Matematik gibi. Bu bölüme girenlerin özellikle de Fizik okuyanların büyük bölümü bilim adamı olmak için okuyorlar. Bu insanlar o ülkenin yani Türkiye’nin önemli bir bilim adamı kaynağı. Bu bölümdeki çocukları takip edecek peşinden koşturacak olan devlettir, beyin avcıları ve bilim otoriteleridir. Bu bölümdeki çocukların önünü açmak ve geleceğin bilim adamları olacak şekilde öğrenme açlıklarını giderecek programlarla ortaya çıkmak lazım. IQ’su en yüksek gençlerin okuduğu bu bölümlerdeki öğrencileri bu şekilde küçümseyerek veya neden bu bölümleri okuduklarından bihaber şekilde konuşmamak lazım. Yarın öbür gün nerde bizim bilimsel çalışmalarımız nerede bu insanlar demeye hakkımız olamaz.

 

 Çocuklar yalnız ölüyor

Koşmaca oynayalım mı? Ebecilik oynayalım mı? Göz açıp kapayıncaya kadar geçer mi? Bu bir oyun mu? Yoksa rüya mı, kâbus mu? Hangisi? Çocuklar yapayalnız ölüyorlar. Annesiz, babasız ölüyorlar. Ölüm onlarla oyun oynuyor kıyıda bucakta. Kimse uyarmıyor kimse koruyamıyor. Çünkü şeytan her kılığa girdi, her yerde çocukları hedef aldı. Özümüzden insanlığımızdan çalıyorlar. Çocukluğumuza, çocuklarımıza, torunlarımıza saldırıyorlar. İnsanlığı en alçaklarla yer değiştirecekler. Hani buna göz mü yumacağız? Bu çocuklar tirtir titrerken bizim içimiz titremiyorsa, uykularımızda bizi kovalamıyorsa bu çocuklar, ruhumuz ne zaman dirilecek? Ölmüş olabilir miyiz bizler, çocuklar cennete doğarken? Bakın bu bir oyun değil. Ve çocuklar o beldede Kudüs’ün Mescidi Aksa’nın kubbesinin gölgesi düştüğü her yerde korunurken bugün ölüyorlar. Çocuklar korkar. Çocuklar anne diye seslenir. Çocuklar babasının kocaman elini tutar. Çocuklar kardeşlerini sever. Çocuklar oyuncaklarını ve okullarını özler. Çocuklar sıcak yatakta yatmalı. Çocuklar çikolata yemeli. Çocuklar büyünce şehit olmalı. Çocuklar! Sırtımdan buz gibi akıyor sular. Midem bulanıyor. Acıyı tarif edemiyorum. Bütün bedenim sarsılıyor bomba yağıyorken. Bir şey yapamamanın acısı sarsıyor günlerimi. Baş dönmesi, sersemlik hayır değil bu bir çocuk oyunu değil. Bu bir oyun değil. Sen, ben, o, biz buradan izlerken çocukların gözleri kayıyor semaya.

Artı

Öğrencinin hayat amacı

Birkaç gün önce metrobüste bir öğrenciyle tanıştım. Ailesinden uzak bir şehirde kendi imkanlarıyla üniversite okuyor. Bir lokantada yarı zamanlı çalışıyormuş. Yaptığı iş de bulaşık yıkamak. Aynı onun gibi başka arkadaşları da aynı onun gibi yarı zamanlı bir işte çalışıyor, tahsilini sürdürüyorlarmış. Çocukta sanki bir manevi çekicilik vardı. İyilik yap iyilik bul dercesine bir tutum içindeydi. Patronumuz iyi bir insan diyor ve ekliyor; “Yaptığımız işe göre söz verdiği paraya ilaveten fazlasını ödüyor. Siz öğrencisiniz bu da benden” diyor. Siz de imkana kavuştuğunuzda siz de aynısını yaparsınız demiş çocuğa. Çocukla konuşmak o kadar keyifliydi ki; size göre hayat nedir diye sordum ona. O da “Hayat iyilik yapmaktır” dedi bana. “Elbette çalışacağız ve paylaşacağız” dedi vakarıyla.

Eksi

Boykot ve Ramazan

Üç harfli marketlerden mavili olan Hayırlı Ramazanlar başlığında afiş hazırlamış, asmış vitrinlere. Hepsi indirimliymiş. Hepsi de boykotlu markalar. Ne güzel değil mi? Ama almaya devam edeceksiniz değil mi? Kimse kimseye bir şey demiyor zaten alabilirsiniz. Herkes susuyor zaten. Alın ne olacak. Yazıklar olsun!

 İşin tadı kaçmış

İBB iki yıl kapalı tuttuktan sonra tekrar hizmete açtığı Küçük Çamlıca’daki tarihi köşkler maalesef büyük hayal kırıklığı oldu benim için. Daha önceki yıllarda da sıkça misafir de ağırladığım bir yerdi Cihannüma köşkü, Sofa köşkü, Topkapı köşkü, Su köşkü. Yönetim değiştikten sonra hızla kalite bozuldu. Fiyatlar artmasına rağmen bir denge yakalanamadı. Sonra da kapandı zaten. Tadilat denildi ve iki yıl sürdü bu tadilat. Ama baktığımda bir tadilat filan yapılmamış. Aşağıdaki bölgede yer alan şirin Su köşkü hala kapalı zaten. Pazar günü hınca hınç doluydu. O güzelim Sofa köşkü önceden yemek yenen nezih bir yerdi. Şimdi kafeteryaya dönüşmüş. Vapur kafeteryasında sıraya girer gibi insanlar sıraya girmiş. Çay, kahve yok sanki insanların evinde. Çok itici çok görgüsüzce bir ortam vardı. Sanki çay bahçesine gelinmişti. Köşklerden birini lokanta yapmışlar yer yok doluydu. Sıraya girip isim yazdırıyorsun. Sıra gelirse oturup sipariş vereceksin yemek yiyeceksin. Eskiden bu köşkte siniler vardı. Çay, kahve içiliyordu belki bir tatlı eşliğinde. Köşklerin ruhu ile hiç alakası olmayan her şey hemen alelade seçime yetiştirilmiş bir manzaradan ibaretti. Gerçi daha önceki belediye yönetimi de bu köşklerden bazılarını gece kına gecelerine kiralıyordu. İşin ruhu gitmiş. Hani İsmail Dede Efendi saraya klasik batı müziği girince bu işin tadı kaçtı deyip saray memuriyetini bırakıp Hac’a gider ya. İşte durum bundan ibaret diyeceğim ama keşke bundan ibaret olsaydı.

Hülya Kavuzlu Bağımsız Aday

İstanbul Büyükşehir belediyesinin bağımsız bir kadın adayı olduğunu biliyor musunuz? Veya kaçımız biliyoruz? Ana akım medyada duymanız çok zor. Ancak bir sansasyon olsa duyarsınız ama bu durumda zor. Ülkemizde çok sesliliğin olmamasının bir sonucu bu. Oysa herkes oy verebiliyorsa belirli kriterleri olanlar aday olabiliyorsa herkes kendine tanıtım için eşit bir şekilde yer bulabilmeli. Aksi takdirde demokrasi sadece bir hayal olarak kalır. Ben mesela bulunduğum ilçede bağımsız aday kim diye bakıyorum ama Google dışında bir yerden soramıyorum. Oysa adayların hepsini önceden görmek ve tanımamız gerekmez miydi? Adaylar seslerini çıkarmak için para vermek zorundaysa o zaman buna nasıl demokrasi diyebiliriz ki? Bunun adı olsa olsa parakrasi olur. Oysa güçlenmemiz, birbirimize kenetlenmemiz ve ülkemizin seslerini tanımamız için buna ihtiyacımız var. Ama bakmayın sadece şu anki hâkim güç sadece kendine yer veriyor denmesine. Bu hâkim gücün karşısındaki alternatif güç de başka seslere alan açmıyor. Böyle bir dertleri yok. Hâkim iki güç var. Dost düşman gibi görünen rekabetçi iki güç bunlar. Ve bunun dışındaki sesler maalesef bu iki güçten birini seçmek zorunda kalıyor. İnsanları kitle diye tanımlıyoruz ya baştan beri medya olarak. Maalesef bize iletişimde öğretilen bir kavram. Ama kim öğretmiş kimler bu kelimeleri neden oluşturmuş bir bakın bakalım. Güçlüler ve aptal yönetilmesi gereken kitleler diye bakılmıyor muyuz? İşte bizde zavallı kitleler olarak iki kutuptan birini seçmek zorunda bırakılarak seslerimizi kısıyoruz. Gerçek seslerimizi kısıyoruz. Belki Hülya Kavuzlu hanım senin, benim iç sesimiz. Nereden bilebiliriz değil mi? Tavsiyem farklı seslere de kulaklarımızı açalım. Hülya Kavuzlu hanımı ve diğer bağımsız adayları diğer sesleri de tanıyalım. Çünkü biz bütün seslerle birlikte biriz.  

Sevilay Acar

 

KİM NE DERSE DESİN

İçimizden geldiği gibi yazsak, içimizden geldiği gibi konuşsak, hiç kaçırmadan kendimizi. Hissettiklerimizin önüne geçmese düşüncelerimiz. ‘Kim ne der’  düşünce kurumuna takılmasa kalp yayınımız. İçten yayın yapsak hayat dediğimiz programın ekranlarından. Kalbimiz başka, aklımız başka konuşmasak, sevgiye bulansa sözcüklerimiz. Yazmasak önceden konuşma metinlerimizi düşüncelerimizle. Sussak, yazıya ihtiyaç duyduğumuz anlarda. Gözlerimize bıraksak sevginin akışını. Dinlesek ve dinlediğimiz yerde dinlensek sessizce. Görünmek istediğimiz gibi değil de, olduğumuz gibi görünsek…

En çok kendimizle konuşsak ama evvela kendimizi sevsek, içimiz dediğimiz o eve herkesten önce kendimiz uğrasak. Otlar bürümese kapımızın önünü, bahçemizin en güzel anına bir anlayış çiçeği eksek, çiçekler büyüse hoş görüyle, sarmaşık gibi içimizden dışımıza dolansa hislerimiz, ‘His’ gibi koksa kendimize ettiklerimiz. Elden ele dolaşsa, birleştikçe dolansa kendiliğimiz. Biri kaybetse kendini boşluğunda, diğerine bakıp hatırlasa kendi güzelliğini. Herkesin içinde bir güzellik vardır çünkü. Yeter ki her an bir akışla sulanan topraklarını hatırlasa…

Gözlerini kapatır gibi kapatsa bir müddet diğer bütün ekranlara,  alışkanlığı ezber yapmış tüm akranlara, düşünür sözlerine, hatta belki de mısralara, şarkılara, sazlara… Çift camlı bir pencereyi kapatır gibi kapatsa geçmişten yansıyan olumsuz tüm sözlere kendini. Öylesin ile başlayan, olamazsın ile genişleyen ezberlerle dolu tüm olumsuz seslere. Sessizlik olsa, sessizlikte kalsa… Ta ki asıl sesi, asil sesi duyana kadar. Her defasında başa değil, içe dönse insan, sözün de sazın da kaynağında kendini bulsa... 

Suyu yavaş yavaş ısıtır zaman, insanı yavaş yavaş uyutur gözü kalbinde olan bir insan. Bilir orası doğum yeridir, doğum evidir sevginin. Sevgi koyar adını ve hoş bir görüntüye boyayıp pazarlar, anlamını hakikatten boşaltarak.

Yavaş yavaş soğutur insanı, kendine düşman. Sevip sevilmediği o yolda öğrenmiştir karartmayı bir kalbi. Dünyaya takar ve taktırır tüm fişleri. Yolunu çok iyi bildiği o diyarda kendine yabancı bırakır insan.

Sevseydi insan evvela kendini, savaşır mıydı dünyayla? Yeşerseydi bahçesini bürümüş nefret içerikli tüm ezberler, dokunur muydu fidanlara? Duysaydı içinden yükselen o sesi, ezer miydi gülleri postallarıyla?

Bu nedenle, tam da bu an’da, dünya ekranına yansıtmak için sevgiyi, içinden yayın yapmalı insan.  Fişi karanlıktan çekip, göz bebeğinden aydınlığı yansıtmalı.

Kim ne derse desin, içinden sevdiği gibi yaşamalı insan.