​"TOPLUMSAL" KIŞ GELİYOR!

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Eylül ayı geldi ama havalar hâlâ sıcak. Kimilerine göre "yanıyoruz", "kavruluyoruz". Yaz boyunca haber bültenlerinden asfaltta yumurta pişiren insanların görüntülerini seyrettik. Sanki ülkemize ve dünyâya ilk defa yaz geldi ve sıcakla ilk defa tanıştık.

Eylül ayı geldi ama havalar hâlâ sıcak. Kimilerine göre “yanıyoruz”, “kavruluyoruz”. Yaz boyunca haber bültenlerinden asfaltta yumurta pişiren insanların görüntülerini seyrettik. Sanki ülkemize ve dünyâya ilk defa yaz geldi ve sıcakla ilk defa tanıştık. 

Böyle zannetmemizin sebebi gerçeklikten kopuyor hatta kopmuş olmamız. Kış aylarında havanın soğuk, yaz aylarında da sıcak olmasına şaşırıyoruz. Yağmur yağıyor şaşırıyoruz. Rüzgâr esiyor şaşırıyoruz. Neredeyse güneşin doğup batmasına bile şaşıracağız çünkü kopmuş olduğumuz gerçekler dünyâsının olgularına gerçek dışı zannediyoruz ve öyle tepki veriyoruz.

Gerçeklerden bu kadar kopuk olmanın bedelini ağır ödeyeceğiz. Tıpkı “Ağustos böceği ve karınca” adlı fablda olduğu gibi, ağustos böceğinin durumuna düşeceğimiz yönünde toplumsal belirtiler gittikçe artıyor. Maalesef o gün geldiğinde kapısını çalacağımız bir karınca bulmak da çok zor olacak, çünkü toplumun büyük çoğunluğu ağustos böceği gibi davranıyor. 

“Kış geliyor” (Winter is coming) ifâdesini Game of Thrones adlı diziyi seyredenler iyi bilir. Bu cümle, yakın zaman içinde zor şartların geleceğini bildiren bir slogan hâline geldi. Evet kış geliyor ama bu kış, her yılın üç ayı yaşadığımız kış değil. Ama herhâlde, bunun gerçekler dünyâsında değil de dizi ve filmler gibi bir kurgu dünyâsında olduğunu zannedenler var.

Kış, tedbir alınması gereken bir mevsim. Soğuğuyla, yiyecek ve içeceklerin azlığıyla ve özellikle yaz mevsiminde olmayan diğer olumsuzluklarıyla doğal bir zâfiyet içinde olduğumuz bir mevsim. Diğer canlılar, bu zor şartlara karşı değişik davranış şekilleri ortaya koyuyor. Kimisi başka coğrafyalara göç ediyor, kimisi kış uykusuna yatıyor. Bitkilerin çoğu kış fırtınalarında devrilmemek için yapraklarını döküyor. Ama insanlar olarak bizim böyle davranışlar göstermemiz mümkün değil. Hele hele bu şartlar doğal ve mevsimsel değil de toplumsal zorluklar ise.

Bilmeden bilmek

Anadolu’da modern bilimin sağladığı hava ve mevsim tahminlerinden önce doğaki işâretleri gözlemleyip kışın ağır mı hafif mi geçeceğini tahmin etme kültürü var. Buna, bilmeden bilmek deniyor. Atadan gelen, el vermeyle devam eden bu kültürde bâzı insanlar belli bitkilerin yapraklarındaki sararma oranlarına göre altı aylık tahminler yapabiliyorlar. Buna tabiatı okumak da diyebiliriz. Yâni kışın ne zaman, nasıl ve hangi şartlar gelmekte olduğunu okumak.

Bunu şimdi tüm dünyâki gözlem evleri ve laboratuvarlar sâyesinde bilimsel şekilde yapıyoruz. Mesela muhtemel İstanbul depremi böyle bir tahmin. Önlem alınmazsa maazallah İstanbul’a temmuz ayında bile “kış gelebilir”.

Peki ya toplumsal kış?

Toplum mevsim değişimlerinde bitki ve hayvanların yaptığı gibi yaprak dökmez, uykuya yatmaz, göç etmez. Toplum için kış, yâni zor şartlar ekonomik olabilir, siyâsî olabilir, savaş olabilir, enerji sorunları olabilir. Bu şartlarla yılın on iki ayında karşı karşıya kalabiliriz. Bu zor şartlar sebebiyle âileler parçalanabilir; toplumsal ayrılıklar ve kutuplaşmalar derinleşebilir; insanlar eğitim, sağlık, seyahat ve tâtil gibi imkânlardan mahrûm kalabilir. Bunlar da geceden sabaha olacak şeyler değildir. Bunca muhtemel sorunun ilgili alanında uzman olan, toplumu okuyabilenler, “kış geliyor” derler ve tedbir alınması gerektiğini söylerler.

Tıpkı tabiat olaylarının gelişini tabiatı okumakla mümkünse, toplumsal olayların gelişi de toplumdaki bâzı sinyal merkezlerinden okunabilir. Kişiler arası ilişkiler, âile içi ilişkiler, kadın ve erkek ilişkileri, akraba ilişkileri, nesiller arası ilişkiler, profesyonel hayattaki ilişkiler, akademik şartlar bu merkezlerden yayılan sinyallerdir. Çarşı pazar, âile, işyerleri, okullar, eğlence yerleri bu merkezlerin önde gelenleridir. Buralardan gelen sinyaller gelmekte olan kışın şiddetini tahmin etmemizi sağlar.

Toplumsal yapı tahmini

Bu merkezlere ve sinyâllere kendi toplumumuz özelinde bakalım. Mesela kişilerarası ilişkilerimizde ne kadar ben-merkezciyiz ya da digergamız? İnsanlar fikirlerimizi rahatlıkla, kırmadan ve kırılmadan tartışabiliyor muyuz? Tartışmalar birer fikir alışverişi mi, yoksa karşı tarafı ikna etme süreci olarak mı yaşanıyor? Birbirimize tavsiyeler verebiliyor muyuz, önerilerde bulunabiliyor muyuz? Herkesin herkesten her an bir şey öğrenebileceğimizin farkında mıyız ve buna açık mıyız? Yoksa genel tavır “senden mi öğreneceğim!” içeriğine mi sâhip?

Uyarı veya öneri, hakāret oldu

Şöyle bir olay aktarayım. Bir gün bir zincir marketin bir şûbesine girdim. Market arabasıyla alışveriş yaparken, market çalışanlarından birinin raflar arasındaki koridoru market arabasıyla geçmemi engelleyecek şekilde kapattığını ve rafları düzelttiğini fark ettim. Market çalışana yaklaşıp “nasıl geçeceğim” diye sorduğumda, market çalışanı sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi “Sen koridorun başına geri git, ben kutuları çıkartayım” şeklinde senli benli bir cevap verdi. Ben de hem yaşça büyüğü olarak hem de bir hoca refleksiyle kendimde ona şu uyarıyı yapma hakkı buldum ve ona “müşterilerle senli benli hoş değildir” dedim. Ama bu çalışan, “Özür dilerim. Bir dahakine daha dikkatli olacağım” ya da “Dalmışım kusura bakmayın” gibi toplumsal birçok sorunu çözme gücüne sâhip sihirli ifâdeler kullanmak yerine, konuşma tavrını hiç değiştirmeden “Sen de benimle senli benli konuşuyorsun” şeklinde ve ses tonunu daha da kabalaştırarak cevap verdi. Ben de kurduğum ilk cümlede (Nasıl geçeceğim?) “sen” diye bir ifâde olmadığını söyleyince, bu defa ağzını gevşete gevşete “Dilbilgisi dersi için teşekkürler” dedi. Bu cümlede “teşekkür” kelimesi geçmiş olmasına rağmen, ses tonunda “Senden mi öğreneceğim” ya da “Çok biliyorsun” bir anlam vardı.

Bu konuşmaya kulak misâfiri olan başka bir müşteri ise, benim o çalışana söylediklerimi “hakaret” olarak yorumlayıp “Sana mı kaldı millete nezâket öğretmek” şeklinde aklınca o çalışanı koruyucu bir     ifâde kullandı ve bu çalışanın avukatıymış gibi, derdim varsa şikâyet etmemi söyledi. Ben de bu çalışan için daha kötü sonuçlar doğuracak şikâyetimi ilgili yerlere yaptım.

Benzer bir başka olayı da Üsküdar’da organik ürünler satan bir dükkândan alışveriş yaparken yaşadım. Kasadaki görevli kişi, görevi olmayan şeylerle uğraştığı için para ödemek için bekleyenlerin sayısı artmıştı. Bekleyenlerden bir kadın, “Buraya bir kişi daha alsanız iyi olur” diye öneride bulununca, kasadaki görevli kişi, “Siz de biraz beklemeyi öğrenin” şeklinde esnaflık ve modern ifâde ile “müşteri memnuniyeti” ile ters düşen bir ifâde kullandı. Ben de müşteriyle böyle konuşmasının doğru olmadığını, müşteri olarak bir öneride bulunduğunu söyleyince, kuyruğu dik tutarcasına bu defa da “Bunu söylerken hakāret etmesine gerek yoktu” cevâbını verdi.

Bunlara benzer olayları hepimiz yaşamışızdır. Bu iki olayda mâruz kaldığım ve şâhit olduğum iki davranış o kişiler için iş hayâtında kendilerini kış şartlarının beklediğini gösteriyor. Tabiatı okumayı ve tabiattan öğrenmeyi çoktan unuttuk. Ama toplumu okumayı ve toplumdan öğrenmeyi giderek daha önemsiz görüyoruz. Yâni sosyal olarak toplumsal şartların giderek kötüleştiğini ve bizi sert ve bir kışın beklediğini söyleyebiliriz.