Röportaj Kaynak: Deniz BAŞARAN 06.07.2024 07:00

"SANAT SOKAĞINDA DURAKLARARASI DOLAŞIYOR GİBİ HAYATIM"

90'ları yaşayanlar özellikle dergiciliğin de en altın dönemini solumuşlardır. Kimi edebiyat kimi mizah kimi karikatür kimi bilim. Ama illa ki şiir. Hepimiz gece yataklarımızda radyolarımızdan sızan şiir sesiyle uyumuşuzdur bir vakit. Ya da Beyoğlu'nda bir şiir akşamına katılmışlarımız çoktur. Mizah ile şiiri buluşturan bir adam; Kötü Şair Şerafettin'i merak ettim, ne yapar nerelerdedir şimdi diye? Yani Şerafettin Kaya. Biraz da hikayesini bırakmak istedim bu hafta sonuna.

Kültür-Sanat, hayatına ne zaman sızdı?

 

Benim altyapım, temelim şiir aslında. Uzun süre şair olarak baktım hayata. Beklentisizliği şiirde ve şairlikte buldum. İkisini kendimde buluşturdum. Böyle bir süreç yaşadım. Şairlik böyle bir şey zaten; sıfır beklentisiz olma hali ve tamamen kendi duygun, aklın ile davranışlarınla o şekilde yaşaman, bu gerçeklerle korkmadan yüzleşmen! Hatta bunu da aynı zamanda şiirle ve kendinle bütünlemen. Böyle bir dönemim oldu hayatımda. Tam da buradan temellendirdim kendimi.

 

Ben varım dediğin alan hangisiydi? Yazmak mı? Sinema mı? Tiyatro mu? Şairlik mi?

 

Şiir, kendimi, gerçekliğimi ve hayatla olan iletişimimi kurduğum tek şeydi. Hala da öyledir. Bu değişmiş değil. İlk dönemde şiirle birlikte, şairlikle birlikte giden bir şey vardı ve bu benim gerçekliğimi de ifade ediyordu. Ama bir noktadan sonra şairlik ve şiiri böyle götürecek bir gücüm kalmadı. Yani bu halde bu sistemde var oluş yolculuğunu sürdürmek çok zor, yaşamak çok zor.

 

Elbette herkes şiir seviyor ama şiir kitapları satılmıyor. Bu bağlamda şairler için yayınevi bulmak da zorlu bir süreç sanırım...

 

Ben hiçbir zaman işin bu kısmını düşünmedim. Şiirimi yazdım, savurup attım ama yayınevleri de önüme çıktı. 2002 yılında Telos yayıncılıktan ‘Katilim, Yalnızlığımı Öldürdüm’ şiir kitabım yayınlandı. İlk telif aldığım şiir kitabıydı ama teliflerle geçinecek bir durumum yoktu. Daha sonra romana yöneldim. Arada Öküz gibi dergilerde editörlük, öykü deneme yazarlığı yaptım. Bu süreçlerde beni hikaye ve roman yazmaya doğru sürükledi. Biriktim. Karmakarışık biri oldum. Hikaye, roman, şiir...

 

Böylece içime düşen her şeyin orada olgunlaşıp tekrar dışarıya bir hikaye, bir sözcük olarak çıkması bende alışkanlığa dönüştü. Fakat bunu dışarı çıkarmanın yetmediğini gördüm. Çok çok karışığım. Bu arada 2006 da “Yetişin Komşular Terk Edildim Panik Atak Öyküleri” çıkmış, 2016 da ‘İtibarsız adam’ romanı var. 2017 de “Hoşçakal Hiçbir Şey” kitabı var. Bütün bunların içinde kaybolduğumu ve tüm yazdıklarımın üstüme bindiğini hissettim. Hem kendimi hem de bütün bu yazdıklarımı üstümden atmam lazımdı. İşte o sırada çok değişik bir şey oldu; ilk oyunumu yazdım.

Bir kötü şair hikayesiydi. Gazeteci Savaş Ay’ın oğlu Ulaş Can Ay ile birlikte Mümtaz Sevinç Düşün sahnesinde ilk tiyatral denemesini yaptığımız tek kişilik bir gösteriydi. Hatta 2002 yılında Gazeteci Celal Başlangıç Radikal Gazetesinde “Kötü Şair sahne alıyor” diye manşetten vermişti. Çok dikkat çekmişti. Bizim için önemliydi bu...


Herkes sizi 'Kötü Kedi Şerafettin' olarak tanıyor. Lâkap Öküz dergisi sürecinden kaynaklı değil mi? Ekibe nasıl dahil oldun, lâkap nasıl geldi seni buldu?

 

90'ların sonu Beyoğlu’nda şiir geceleri olurdu. Küçük İskender’in benim ve birçok şairin dahil olduğu gecelerdi bunlar. Hera yayıncılıktan çıkan “Ben’siz Tanrı” diye bir şiir kitabım var o dönem.

Ondan şiirler okuyorum. Bir akşam Metin Üstündağ, Hatice Meryem, Metin Celal, Adnan Özer’e “Böyle bir adam var şiir okuyor, gelin bir dinleyin” diyorlar. Çıkıp geldiler. Ben son şiirimi de okuyunca, Metüst “Kötü Şair olur musun?” dedi gülerek. “Olurum” dedim. “Benim için fark etmez” dedim. Kötü Kedi Şerafettin diye bir karakter çiziliyor o güne kadar. Çok da okumuyorum ama Kötü Şair olur musun denilince olur dedim. Can Yüceller, Ece Ayhanlar, Cüneyt Özdemir, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Ümit, Aytaç Arman, gibi isimlerle tanışıp yazım sürecim başladı. Çok büyük keyifti. Böylelikle Öküz dergi ekibinde 3 yıl devam eden benim hayatımda da bir kırılma noktası yaratan bir dönem oldu. Dergi kapandıktan sonra da “Kötü Şair Şerafettin” olarak anılmaya devam ettim. Lâkap kötü şiir okumamdan dolayı değil, hayata karşı neyi nasıl düzeltiriz noktasında bağırmam hatta insanları bağırmaya davet etmemden kaynaklıydı. Bu bir duruştu hayata karşı, halende değişmiş değil. Beni hayata dair ayakta tutan şey bu; hatta sigarayı bırakmamı da sağlayan şey bu belki. (Gülüyor..)


Hayata şair olarak bakmak seni hüzünlü yapıyor mu? Yoksa romantik biri mi yapıyor?

 

Bana hep şiirlerinden önce şairsin dendi. Şair olmak. Bu yakıştırıldı. Hatta yetkin isimler hep bunun altını çizdiler. Şair Sunay Akın bir söyleşisinde “Yaşayan en önemli üç dört şairden bir tanesi” demişti o zamanlarda. Yani şairlik, şair olmak çok objektif ve beklentisiz de olduğu için bir yerde kendisi için değil, bütün her şey için yaşadığını ve her şeyin de kendisi için yaşadığını fark etmek ve tüm bunları kendi içinde ve duygusunda ve aklında sürekli taşımak çok ağır bir yük. Süreci bununla götürüyorsun. Bu bende vardı. Doğru olduğunda seni deli zannediyorlar. Çünkü geleneksel gizlilik, kendini açık etme, aman yorulursun parçalanırsın, gibi cümleleri de yok saydım kendi hayatımda o dönemde. Şimdi ise tiyatro yapıyorum, başka şeyler yapıyorum...

Şiir olarak hep bağıran çağıran şiirler yazdım ben diyebilirim sonuçta.

 

Kitapların da var. Bir yazar olarak, okurlarla aran nasıl? Zaman zaman buluşmalar oluyor mu?

 

Okurla ilk dönemlerde iletişimim çok iyi değildi, çünkü yazdığım şeyler edebi bir derinlik barındırıyordu. Daha sonra yazdıklarım anlaşılmaya başlandı. Bu uzun sürdü. Hem şiirlerim hem de yazılarım böyleydi. Şiirde espri yaptım örneğin, “Durumun iyi değilse, uzaktan aşık olacaksın.” gibi. Ya da “Tanrılar dün gece okeyde beni yendiler ama taş çalıyorlardı taş” gibi... İmgelerle ilerledim. Okurlarla aram hep çok iyi oldu ama tuhaf bulanlar da olmuştur belki. Hatta güzel bir olay başıma geldi. Sizinle paylaşayım. Bir gün bir çay bahçesinde filme başlayacağız toplantı aldık. 30 yaşlarında bir kadın çay getirdi dağıttı bize. Siz Şerafettin Kaya mısınız? dedi. Evet dedim. İki kere hayata sizin sayenizde yeniden başladım dedi. Nasıl oldu dediğimde, “Sizin bir şiiriniz her şeyi atıp hayatı bıraktığım anda bana mücadele etme gücünü verdi. Hayata tutundum. Sonra başıma yine bir şey geldi. Ne zaman başıma bir iş gelse sizin o şiiriniz bana hep güç vermiştir. Size çok teşekkür ederim” dedi. Ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Ben o Yeniden Yeşermek şiirini de hatta filme de koydum.

 

“ki ben...
tek başına bırakılan
bir çöl ağacı olsam da
savrulan kumların ortasında

tükense de suyum
tepeden aşağıya
kurutsa da bu yalnızlık beni

kendi dibime işeyip
yeniden yeşereceğim...

Sonrasında hayatına tiyatro girdi...

 

"Panik Atak, Mahir Atak" diye bir oyun yazdım. Oyunlar yazacağım tamam diyorum ama bunları sahneye nasıl koyacağım? Tiyatro deneyimim yok. Ama bir şekilde bunu yapmam lazım. Afife Jale Sahnesi'nde, Beşiktaş'ta, oyuncularla birlikte ilk tiyatro deneyimi geldi. 7-8 kişilik ilk oyunumu yazıp sahneye koydum, uzun süre orada çok iyi izleyici kitlesi oldu. Bir sene gişe yaptım. Daha sonra bu oyunu her yerde oynamaya başladım. Ardından yeni bir oyun geldi; 'Ben iyi biri olmadan önce' sinema filminin önce oyununu yazdım ve baktım ki böyle bir şey var, yazdığım bütün oyunları sinemaya, filme çekecek kafasıyla yazdım sonrasında. Yani öyle konular ki, içinde tabii tamamen insanın ruh, akıl, mantık yani felsefesi var. Ama varoluşçu gerçekçiliğin derinleşmesi gibi bir şey. Yani derinlerden yukarıya çıkması gibi. Hani suyun üzerinde gördüğümüz şeylerin altta dibe doğru giden gölgesini de anlatmaya çalışmak gibi. Onu da gösterdim. Evet, yukarda bu yaprağı görüyorsunuz ama onun gölgesi de işte dipte bir şeye dokunuyor gibi. Onun üzerini de örtmüş. Yani orayı da karartmış, işte bunu da demek istedim.

Sıradanlar oyununu yazıp sahneye koydum. Lirik metinlerden oluşuyordu. Ardından “Hoşçakal Hiçbir şey” isimli tek kişilik oyunu yazdım. Bir süre bir oyuncu arkadaşımız oynadı. Şimdi hala ben oynuyorum.

Hoşça kal, Hiçbir Şey oyununu da zaman zaman oynuyorum. 2012’de Cibali Oyuncuları Tiyatrosunu kurdum. Halen devam eden dört tane oyunum var. Kendi oyunlarımı yazıp yönettim ve oynuyorum. Ama bu aralar çok düzenli değil.

Tiyatro, sinema bunlar bütçeli işler. Ben kendi şartlarımda ürettim her zaman. Destek de bulamadım bu anlamda.

 

Ve sinema… 2022'de ‘Ben İyi Biri Olmadan Önce’ adlı filminiz, Uluslararası 9’uncu Paris Play Film Festivali’nde ‘En İyi Sinema Filmi’ seçildi. Bu güzel ödül ne hissettirdi sana?

 

Filmi bir sürü yere gönderdik ama Fransa’dan “En iyi film” seçildi. Fransız sinemasına çok yakın bir filmdi zaten. Ben bu yüzden de çok önemsiyordum bu ödülü.

Ben İyi Biri Olmadan Önce filmi kadrosunda Pelin Batu, Nejat Yavaşoğulları, Mehmet Çağçağ ve Ayhan Taş gibi oyuncu arkadaşlarım yer aldılar.

25 ülkeden 79 film arasından Uluslararası 9'uncu Paris Play Film Festivali jürisi Ben İyi Biri Olmadan Önce filmimi, 'en iyi sinema filmi' seçti.

Elbette çok mutlu oldum duyunca.

Hatta o dönem bütün siyasi partilerin Genel Başkanları ya da sözcüleri aradılar tebrik ettiler. Çok mutlu oldum.

Ben siyasetçilerin sanatı önemsemelerini çok kıymetli buluyorum.

 

Sonrasında Frankfurt Film Festivali, GoldenHorn Uluslararası Film Festivali, yurt içinde birçok yerden ödül, Antakya’da 2 özel ödül aldım. Birçok yerden ödül geldi, seçkilere girdi. Bu beni çok mutlu kıldı.

 

Sinemaya dair yeni projelerin var mı? 

 

Şimdilerde tamamen sinemaya yöneldim. 'Panik Atak Mahir Atak' filmi projem var. Bir gişe filmi olacak. Absürd komedi olarak çekmeyi düşünüyorum. Şimdiye değin izlediğiniz komedi filmlerini unutacaksınız. Böyle de iddialıyım. Oyunu izleyenler beni anlayacaklardır. Hatta seri bile olabilir. 1,2,3,4 gibi.

2 tanede festival filmi yazdım. Birini önceledim şu ara ama 'Panik Atak Mahir Atak' eylül gibi başlayacak.

İki ayrı roman var tamamlandı ama yayımlamaya henüz vakit yok. Vakit bulamıyorum bunca şey arasında. Ama hepsinden öte yaptığımız her şey birinin yarasına dokunup, iyileştirebiliyor; bir söz, bir film, bir roman...

Gülünüp geçilen bir şey değil, gülünüp kalınan arası bir şey belki de. Evet tam da bu; gülünüp kalan. Sanırım benim için aslolan bu!

 
Bu kadar çok yönlü olmayı nasıl başarıyorsun? Bu duygu seni yoruyor mu?

 

Duygu durumu karışık bir adamım. Bunca şeyle uğraşmak insanı yalnızlaştıran da bir şey aynı zamanda...

Sokak salıncaklarını bilirsiniz hani, ortada bir direk vardır. Ona bağlı bir sürü salıncak. O salıncaklarda da bir sürü çocuk. İşte o direk benim aklım. Salıncaklar da duygularım. Ne kadar karışık olursa olsun direk sağlam oldukça sorun yok. (Gülüyor)


Yazar olmak için çok okuyan, yönetmen olmak için çok izleyen bir kuşaktan geliyorsun. Bilgi peşinde koşan ve bir şey üretmek için çok emek sarf eden bir dönemden. Şimdi ise dijital bir dönem. Bilgi herkesin önünde ama bilgili olan az. Bu dijital çağ ile aran nasıl? Nasıl değerlendiriyorsun?

 

Edindiğiniz bilginin saha da nasıl kullanıldığı önemli. Bilgiyi kullanmazsanız hamallık olur. Neye şifa o bilgi, bir bakmak lazım. Şu anda rüzgarın bir ağacı sallaması ya da yoldaki gürültü, birinin birisine bağırması gibi bir sürü şeyi tanımlamamıza neden oluyor “bilgi”.

Ben facebook, instagram ya da dijital platformlarda sosyalleşmeleri sakıncalı bulanlardan değilim. Biraz hayat buna evriliyor. İnsanlık level atlıyor. Dijital dünyada insanlar yeni bir karakter kazanıyor. 2050 yılına kadar da sürecek olan bu geçiş döneminde biz sadece arada kaldık. Bu bizi yoruyor. Ama bugün doğmuş bir çocuk bizim kadar yorulmuyor.

10 yaşında gayet güzel adapte olmuş, bu dünyanın içine doğmuş o çocukla geçmişten gelen bizler arasında insani olarak bir fark yok bence. Sadece onlar daha iyi kullanıyorlar bu dünyayı. Biz kandırılıp aldatılabiliyoruz.