​MESCİD-İ AKSA'YA YÖNELİK SALDIRI NEYİ HEDEFLİYOR?

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
İsrail, her sene böyle bir fırsatı bize bir-iki kere çoğunlukla Doğu Kudüs üzerinden gerçekleştirdiği Filistinlilere yönelik şiddet içeren bir eylemle verir.

Bu sene de Ramazan ayında Mescid-i Aksa üzerinden gerçekleşen İsrail provokasyonu üzerinden İsrail-Filistin meselesini tartışıyoruz. İsrail, her sene böyle bir fırsatı bize bir-iki kere çoğunlukla Doğu Kudüs üzerinden gerçekleştirdiği Filistinlilere yönelik şiddet içeren bir eylemle verir. Sonra Gazze ve Batı Şeria’daki hedefler vurulur, sonra geçişler kapatılır, sonra iktidarda olsun olmasın aşırı sağ Yahudi gruplar Doğu Kudüs’te kendi kutsal addettikleri yerleri/günleri kutlarlar. Atmosferi gerginleştirmek istese de istemese de varlık nedeni Filistin/Arap direnişine dayalı Hamas yanıt verir, Hizbullah da yanıt verir, provokasyon çok şiddetli ise bazen seküler Arap gruplar da yanıt verir. İsrail solu, sağı gibi olayları “terörizm” olarak etiketler. Kubbet-üs Sahra ve Mescid-i Aksa çevresinde arşivlerde saklanacak cinsten fotoğraf kareleri ortaya çıkar.  Olayların siyasi yönünü bilsin bilmesin herkes, mekanların, içinden geçilen günlerin sembolik önemini düşünüp “yok artık” der. İsrail’e yönelen füzelerin, Demir Perde savunma sistemi tarafından nasıl durdurulduğunu gösteren 20-30 saniyelik videolar haber bültenlerini süsler. İsrail, Lübnan’ı ve Suriye’yi vurur. Uluslararası kamuoyu tarafları sükunete davet eder, nadiren İsrail kınanır. Hamas, Hizbullah ve İsrail arasında şiddeti tırmandırmamak için geçici ve kırılgan bir ateşkes ilan edilir, bir-kaç kez bozulur. Sonra tedirgin, baskı altında, provokasyon dolu, huzursuz yaşamına bölge geri döner.

Şiddet üzerinden güvenlik inşa edilmez ama nabız yoklanır

Bu tekrar hali bize tabi İsrail’in hükümetlerden bağımsız bir Doğu Kudüs ve işgal altındaki topraklar stratejisi olduğunu gösteriyor. Tel Aviv, İsrail siyasetinde yerleşimciler meselesinin giderek daha kritik bir önem taşıdığının farkında. İsrail sağının işgal altındaki toprakların giderek daha çok yerleşimciye açılması üzerinden oy kazandığı, siyasi meşruiyet sağladığı bir gerçek. Bu durum, İsrail toplumunda elit ve popülist siyaset karşı karşıya geldiğinde yerleşimci politikasını göz ardı etmeyi imkânsız hale getiriyor. Dahası yerleşimciler üzerinden işgal altındaki toprakların Filistinlilerden/Araplardan arındırılması İsrail’e maliyetsiz bir güven duygusu veriyor. Elbette bu güven duygusu gerçek değil, ama İsrail gibi toplumu sürekli güvenlikçi politikalar üzerinden mobilize halde tutmak zorunda olan aktörler için bir zorunluluk. Arap Dünyasının -kitlesel olarak- İsrail ile sorunları olduğu günlerde, yani düşmanlarla çevrili olunan günlerde bu zorunluluğun aşılması çok daha kolaydı.

Oysa, İsrail Arap Dünyasının bir kısmı ile İbrahim Anlaşmaları imzaladı, normalleşme dönemine girdi. Hatta bir önceki hükümet Lübnan ile deniz yetki paylaşımı anlaşması imzalamayı başardı. Tel Aviv’in hareket serbestliğine kısmen sahip olduğunu da Suriye’yi ikide-bir vurmasından anlıyoruz. Dolayısıyla “düşmanlarla çevrili İsrail” söyleminin oturduğu bir zemin bugün dünkü kadar güçlü değil. İran sorunu elbette devam ediyor- ve bu sorunun İsrail’in başını nasıl ağrıttığına birazdan değineceğiz- ama İsrail’in varlığını reddeden topyekûn bir Müslüman Dünyası bugün yok. Dolayısıyla toplumu devletin yayılmacı/kontrolcü ihtiyaçlarını karşılamakta istekli hale getirebilecek başka şeyler öne çıkıyor. Nüfus ve kimlik üzerinden toprakların kontrolü, işgali işgal gibi göstermeden devlete stratejik derinlik kazandırma arzusu yerleşimcilere açılan hem siyasi hem reel alanı bize açıklıyor. Ancak Tel-Aviv, konu ile ilgili BM ve BM kurumlarının kararlarının farkında. Bu kararlar İsrail’e karşı uygulanıyor mu, uygulanabilir mi- bu ayrı bir tartışma konusu ancak kararlar orada. İsrail bu nedenle uluslararası toplumun, değişen konjonktürde Müslüman Dünyasının ve evde Filistinlilerin, Hamas ve diğer örgütlü grupların İsrail’in işgal altındaki topraklara yönelik politikasını sınamak, Dünya ve Araplar bu işten yoruldu mu, direnecekler mi, tepki gösterecekler mi, nasıl gösterecekler görmek istiyor. Böylece hem işgal altında tuttuğu topraklara yönelik siyasetini, yerleşimci politikasını hükümetler üstü bir politika olarak normalleştiriyor, hem de bu normalleşmeye bölgenin reaksiyonunun nabzını tutuyor, bu nabzı -bir hastanın nabzını kaydeden doktor titizliği ile- kayıt altına alıyor.

Netanyahu sorunu

Bu sene İsrail provokasyonunun farklı bir sebebi de mevcut. Bildiğimiz üzere Netanyahu Hükümeti’nin bir sorunu var, İsrail’in de -işler çığırından çıktığı için- bir Netanyahu sorunu var. Netanyahu’nun yargı reformu adı altında başlattığı girişim İsrail’de bugüne kadar devam eden ve gittikçe odağı yargı reformundan çıkıp Netanyahu Hükümetinin aşırı sağcı politikalarını eleştirmek olan protestoları başlattı. Protestocuların, Huvara katliamını- ki Filistinliler-yerleşimciler geriliminin üzerine oturuyordu- protesto etmesi, Ben Gvir ve Smotrich gibi kimlikçi-militarist söylem benimseyen bakanlara karşı seslerin yükselmesi önemliydi. Herzog’un devreye girmesi Netanyahu Hükümeti içerisindeki unsurlara seslenerek yargı reformu için geri adım talep etmesi ve Biden Hükümeti’nin Netanyahu’ya karşı soğuk bir tutum takınması önemliydi. Bu gelişmeler, Netanyahu’nun elini hükümetinde de yer alan ve oy potansiyeli de olan aşırıcı figürler karşısında zayıflatabilirdi. Bu nedenle Netanyahu, yargı reformunu kısa süreli olarak ertelerken, bu tür toplumsal gerilimlerle baş edebilecek Ben Gvir’in denetiminde yeni bir polis gücü oluşturmaktan, Likud’a yüklenmeye devam etmeye bir tür “cepheleri sıklaştıralım” siyaseti benimsedi. Protestocuları ve protestoların arkasında olduğunu düşündüğü iç ve dış güçleri Netanyahu, “İsrail’in düşmanları için çalışmakla ve İsrail kanarken durumu seyretmekle” suçluyor. Netanyahu’nun seçime girerken vaatlerinden birinin güvenliği artırmak olduğu hatırlanırsa, İsrail’in kanadığını ve kendi ve koalisyon ortaklarının kimlikçi güvenlik siyasetinde ne kadar haklı olduğunu içeriye ve dışarıya göstermeye ihtiyacı var. Bu sağın liderliğini kimselere kaptırmamak için de bir gereklilik.

İsrail’in zayıflığı ortaya mı döküldü?

Ancak bu yılki tırmanmayı sadece Netanyahu’nun ihtiyaçları ya da İsrail’in her seneki nabız yoklaması çerçevesinde görmenin de mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Netanyahu protestoları İsrail adına bazı nahoş gerçekliklerin altını çizdi. Bu nahoş gerçeklikler, yine İsrail adına başka nahoş gelişmelerle üst üste bindi. İşte bugün çıkan gerginlik ve bir tarihsel/kimliksel hikayesi de olan çatışma dinamikleri içinde bu gerçeklikler, İsrail’in zayıflıklarını ortaya döken bu gerçeklikler, görünmez hale getirilmeye çalışılıyor.

İlk nahoş gerçeklik, İsrail’in ikiye bölünme hali. Elbette kutuplaşma günümüz dünyasında pek çok aktör için geçerli bir husus. Aktörler kriz dönemlerinde bir şekilde kutuplaşmayı aşabildiklerini, ya da kutuplaşmaya rağmen dayanışma gösterebildiklerini ortaya koyarak kutuplaşmanın getirdiği zayıflık halini dengeliyorlar. İsrail de durum bir yönüyle daha farklı zira bölünme-kutuplaşma İsrail ordusunu etkiliyor. Hem İsrail’de bir toplum-ordu durumu olduğu için, hem de İsrail kurucu eliti -ki bu elit İsrail solu idi- ve ordu arasında kültürel bir bağ olduğu için. İsrail ordusu, toplum-elit, toplum-ordu bütünleşmesi İsrail militarizminin bel kemiği. Protestolarla ortaya çıkan hava, yedek kuvvetlerin celp kağıtlarını yakmaları, vicdani reddin dışında bir ret hakkının kelimelere dökülmesi İsrail’in güvenlik kültürünün zayıflığını görünür kıldı.

ABD’nin İran politikası çökerken

Bu nahoş gerçeklikle adım başı giden başka bir nahoş gerçeklik daha var. O da İsrail ve ABD arasında işlerin çok iyi gitmediği gerçekliği. Bu gerçeklik aslında Netanyahu-Biden çekişmesine indirgenerek görünmez hale getirilmeye çalışılıyor. Nitekim, Hamas ve Hizbullah Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırıya karşılık verince Biden yönetimi “İsrail’in yanındayız” mesajı verdi. Dolayısıyla işte deniyor; ABD ve İsrail’in arasında hiçbir sorun yok.  Oysa sorun var ve bu sorun Trump ve Biden dönemlerinde İran nükleer meselesinin halledilmemiş olması. İsrail, İran’ın nükleer eşikte bir devlet haline geldiğini ve bunun bölgede bir nükleerleşme dalgası yaratabileceğini görüyor. Riyad, çoktan Batı’ya ve İsrail’e kolay lokma olmadığını gösterme derdine düştü bile. Çin ve Rusya ile gerçekleştirdiği işbirlikleri nükleer işbirliğini de kapsıyor. Üstelik, güzel bir kılıf da hazır- hatta Çin tarafından hazırlandı: Riyad ve Tahran el sıkıştırıldı. Havada çatışmasızlık kokusu varken (son haberlere göre Yemen’i de kapsayacak) bu tür işbirliklerine zemin hazırlamak daha kolay elbette. Gidişat, kötü senaryo olursa İsrail bölgedeki nükleer tekelini kaybeder- ve belki kaybetti bile. Dolayısıyla nükleer belirsizlik politikasından vaz geçme sinyalleri verebilir. Hatırlanacaktır, “Netanyahu’nun nükleer silahları kontrol etmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu” geçtiğimiz günlerde Ehud Barak ağzından kaçırıverdi (!). İsrail’in her hangi bir barış süreci ve bu süreçle ilişkili silahsızlanma görüşmeleri/pazarlıkları olmadan geleneksel politikasından dönmesinin bedelleri olabilir, daha ötesi bölgede mutlaka ABD’nin hiç hoşlanmayacağı yansımaları olur.  

Şimdilik İsrail, geleneksel şiddet üzerinden nabız yoklama siyaseti dahilinde hem Netanyahu’nun hem Netanyahu faktöründen bağımsız İsrail’in sorunlarını perdeliyor, kuvvetini görünür kılması gerekirse diye işte düşmanlar kapımızda diyor. Ama unutulmamalı perdeler, duvarlar gibi değildir, arkasında neyi gizlediğini daha kolay açık verir.