Vakıf Katılım web

DİLİ ANLAMAK

Ümit G. CEYLAN 11 Mar 2021

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Kapitalizm ve onun şirin yüzü liberalizm birçok insanlık değerinin içini boşalttı.

Kapitalizm ve onun şirin yüzü liberalizm birçok insanlık değerinin içini boşalttı. Bunu öyle sinsice yaptı ki adına ifade özgürlüğü, hayvan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, iklim sorunları diye diye ezberletilen sloganları paramparça bir algı oyununun içine sıkıştırıverdi. Biz bu sıkışmışlıktan on yıllardır çıkamıyoruz. Meydanlara dökülenleri alkışlamadığınızda, onların kullanıldığını söylediğinizde, hep dışlanıyoruz diyenler tarafından dışlanıyorsunuz. Yönetenlerin yönetildiğini ve onların arka bahçesine hiçbir zaman giremediğimiz, hayaletlerinin soğuk rüzgârını ensemizde hissettiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Değerlerin para ile takas edildiği insanlara metrekarelik beton duvarlarda özgürlük sunulduğu, AVM’leri tapınak gibi yükselttiğimiz her yerde bir lokma bir hırka dilini konuşamayız. Bir de bütün bunlar sözüm ona bireyin özgürlüğü adına yapılıyor. Böyle bir anlayış kendi içinde bir paradoksu bize yaşatıyor. Her türlü aşırıcılık, marjinallik toplumun dengesini bozuyor. Yeni dilin ve iletişimin adı gemisini kurtaran kaptan oluyor.

Hani nerede o kuşlar, nerede o insanlar ki birbirlerini anladılar

Para ile ölçülebilen bir değerler dünyasındayız. Daha küçük bir çocukken anaokulunda giydiğimiz, taktığımız markalarla değerlendiriliyoruz. Statüler paraya göre; evinizin değeri semtine göre; hayatınızın anlamı bulunduğunuz çevrede paranın insana tanıdığı imkânlar ölçüsünde. Fakir fukaraya yardım etmek bile statünüzü sağlamlaştırmak ve bu statüye kibirden bir merhamet kokusu bırakmak içindir. O kuşlar ki Süleyman peygamberle konuştular ve o peygamber ki kuşlar ile konuştu. Evet! Doğru çünkü o insan doğadaki her canlının varlık sebebinin sırrını çözdüğünde insandır. O yüzden çiçeğin dilini, hayvanın dilini, ormanın dilini hatta çukura düşmüş insanın dilini çözebilen insandır. Kafesteki kuşa değil gönül kuşunun derdine çare olduğunda kanatlanıverir insanoğlu. Bir başka diyardaki bir susamışa sosyal medyadan gönül dilini ulaştırabilmek mümkün değil mi bugün? Elbette mümkün. Birbirini tanımayan ama gönülden bir dil ile konuşan insan başka insanların gönüllerine su serpemez mi? Bugün teknolojinin sunduğu imkânlarla samimiyetle sözlerini ulaştıranlar yanındayken sırıtanlardan daha anlamlıdır.

Gözler yalan söylemez

İletişimin en iyi ipuçlarını beden dilimiz, bedenimizde de en iyi gözlerimiz verir. Bir kadim söz demiş ki; “Can gözü kör olunca gözle görüşün faydası yoktur”. Önce düşünceler kirlenir sonra da yavaş yavaş kalp zehirlenir. Topluma sunulan paketli gıdalardan tutun da satın almak zorunda hissettirilen birçok markaya kadar bir bilinç kirliliğine maruz kalıyoruz. Değerler filtrelerimiz ama onlar da zamanın diliyle söylenmediğinde ezberi sürekli tekrar eden mahallenin delisine dönüşüyor. Eskiden hekimler henüz medikal görüntüleme cihazları icadından evvel göze bakarak hastalığın teşhisini koyarlarmış. Çünkü göze yansırmış her türlü hastalığın rengi. İletişimde de böyledir. İyi bir gözlemci gözden yansıyanları renklerine ayırır ve gruplandırır. Kaçamak, kısık bakışlar, yukarıdan aşağıya bakan gözler bize bir dili ifade eder; gönül hastalığının dilini.

Dünya yeni bir dilin hazırlığında

Doğa bize son bir yıldır bir mesaj veriyor. Kendi dilini kullanıyor artık. Uzun süredir insana tanıdığı hoşgörü kimi zaman toleransın artık sonuna gelindiği konusunda uyarıyor. On binlerce insan salgında hayatını kaybetti. İnsanlar bir aileden iki, üç değil bazen beş yakınını birden kaybetti. Özgürlüğümüz kısıtlandı. Arkadaşlarımızdan, sevdiklerimizden uzak durmak zorunda kaldık. Doğa bize kendisiyle bütünleşik bir hayata çağırıyor. Şu anda bütün insanlık virüs gibi beladan kurtulma derdinde. O da birbirimizin hayatını korumakla, sorumluluk almakla mümkün olacak. En başta toplum hayatı bireylerin izzeti nefsini düşünmekle sağlıklı olur. Çünkü hepimiz birimiz için, birimiz de hepimiz için var olma bilinciyle mümkündür.  Teklifsiz, slogansız, kesintisiz hemhâl olmaya davet eden dili oluşturmak zorundayız. Ancak böyle birbirimizi anlarız ve birbirimiz için fedakarlık yaparız vesselam.

YENİ NESİL

Dünyanın başına musallat olan bu salgında bir yılı geride bıraktık. Hala mücadeleye devam ediyoruz. Aşı başladı ama aşının girmediği ülkeler var. Afrika kıtasındaki bu ülkeler en başta fakirlik ve açlık yüzünden aşıya çok geç ulaşacak yerler arasında duruyor. Hayatımızı derinden etkileyen ve bundan sonrada birçok değişim ve dönüşümün etkisini hissedeceğimiz yıllarda bizlerin neler beklediğini bilemiyoruz. Ama artık doğanın alarm verdiğini görüyoruz ve gereğini yapmazsak hep birlikte bu gemiyle batacağımızı da biliyoruz. Arkadan gelen yeni neslin yeni bir hayat tarzına geçeceklerini ve bu konuda çok daha bilinçli hareket edeceklerini düşünüyorum. Doğaya ve doğal beslenmeye, yaşamaya önem veren bir nesil geliyor. Kapitalizmin uydusu tüketimin insanları kısa zamanda tüketeceğini gören bir nesil geliyor. Kötülerin azaldığı iyilerin çoğaldığı distopik bir dünyadan hiç söz etmiyorum bile. Burası dünya; kötüler ve kötülükler her zaman daha çok olacak ki iyilerin ve iyiliğin kadri kıymeti bilinsin. Biz safımızı belli edelim yeter. Bu arada dün idrak ettiğimiz Miraç kandilinin tüm insanlık âlemine hayırlar getirmesini diliyorum.

NE ARIYORUM BURALARDA?

Nerede parçalandıysam oraya dönmeliyim. Sükutun ve sessizliğin içinde bir yer arıyorum. İzin vermiyor buzdan kaleler. Kendime diktiğim elbisenin etek ucundan alev alıyorum. Alev alev atıyorum kendimi karanlığa. Aydınlığa hasret elimde kandili bekliyorum. Biraz çikolatada erimek, kahve fincanında sütle yumuşamak, kitabın satır aralarına saklanmak istiyorum. Her yerde kendimi görmeden sıyrılmak istiyorum buralardan. Kendimi huzurun kollarına götürecek bir binek arıyorum. Yükseldiğim yerden düşmek, düştüğüm yerden toparlanmak için sebep arıyorum. Bilmem ki ben buralarda ne arıyorum?

Bir Sanatkar/ Bir Eser 

Bir Şenlik 

Gerek şaki olsun gerekse said 

Kerim kereminden eylemez teb'id 

Böyledir Mevla'dan sen kesme ümid 

Gün doğmadan neler doğar demişler 

Levni 

Yaşadığı döneme ait tek kayıt, 1701 yılında İstanbul’a gelen Dimitri Kantemir’in kitabındadır. Kitapta Kantemir, sarayda gördüğü bir dizi sultan portresinden bahis eder ve bu portrelerin saray musavviri (kitap ressamı) Levni Çelebi tarafından yapıldığını not eder. Daha geç tarihli bir kayıttan da adının Abdülcelil Çelebi olduğunu öğrendiğimiz Levni; İstanbul’a Edirne’den gelmiş, nakkaş olarak çalışmış ve Saz ( “Saz Yolu” adıyla bilinen bezeme üslûbu) geleneğinde ustalaşmış olup aynı zamanda şairdir. 

18. yy’ ın ilk çeyreğinde Osmanlı Sarayı’nın önemli minyatür sanatkârlarından biri olan Levni; “renkli”, “çok yönlü” anlamına gelen ismine yakışır bir şekilde kitap ressamlığında kullandığı tasarım dili ve canlı renkleriyle Osmanlı minyatür sanatında farklı bir yere sahiptir. 

Onun en önemli eserlerinden biri şüphesiz, birçok açıdan klâsik dönemi gölgede bırakan Surname-i Vehbi’sidir. Bu elyazmasında, 1720 yılındaki sünnet düğünü için yapılmış şenliğin her bir detayının gösterildiği 137 resim mevcuttur. Resimlerde şenlikteki tüm olaylar son derece açık, anlaşılır bir şekilde betimlenmiştir. 

Levni’nin ruha hitap eden şair kişiliğinin belki de bir yansıması olarak bu eserindeki minyatürler; birbirleriyle tezat olabilecek canlı renkler kullanılmasına rağmen, doğru ton seçimiyle son derece ahenklidir ve bir şenliğin tüm neşesini sanki bir şiirin dimağımıza hoş gelen tatlı melodisi gibi sunar. 

Sünnet düğünleri kutlanan dört şehzade için düzenlenmiş olan şenlikte aynı zamanda halktan beş bin çocuğun da yeni giysiler giydirilerek sünnet törenleri yapılmıştır. 

Şenlik bir karnaval coşkusu ile 18 Eylül ile 2 Ekim tarihleri arasında Haliç, Ok Meydanı, Topkapı Sarayı gibi mekânlarda gerçekleşmiş, saray mensubu, gösteri yapanlar ve hizmetliler için çadırlar kurulmuştur. Şenlik için yapılacak hazırlıklar içinse, Bayezid Camisi’ne bakan avluda marangozlar, mühendisler ve metal işçileri için de çadırlar hazırlanmıştır. 

Şenlik kapsamında, 80 kadar hanende ile sazende, değişik bölgelerden gelen cambazlar, hokkabazlar, çok sayıda çengi grubu şenlikte görev almış olup, seyircilerin koordinasyonlarını sağlamak için özel bir bölük kurulmuş, bu bölükte 120 tulumbacı şenlik alanını denetlemek ve alayın geçeceği yolu açmakla görevlendirilmiştir. Tören güzergâhındaki bazı evlerin ve dükkânların sayvanları ve balkonları, hazırlanan şeker bahçeleri ile nahılların geçebilmesi ve Sünnet Alayı’nın ilerleyebilmesi için yıkılmış, ancak görevlendirilen muhasebeciler ve mimarlar, bir maaliyet hesabı çıkartarak ev sahiplerine hemen ödemeleri yapılmıştır. 

İdari kadroya, yeniçerilere, seyyidlere, ulemalara, hatiplere, yüksek rütbeli askerlere, saray erkanına, yabancı sefirlere ve İstanbul’daki yoksullara ziyafet için; 10 bin büyük sini , bin küçük tepsi, 10 bin sürahi şerbet, bin ördek, 8 bin tavuk, 2 bin hindi, 3 bin horoz, 2 bin güvercin, 15 bin yağ kandili ve gece eğlencelerinde etrafı aydınlatacak mahyalar için de 10 bin yağ çanağı kullanılmıştır. 

Sultan’ın Ok Meydanı’na gelişiyle başlayan şenlikte; Kabul töreni, topçu, cambaz, çengi ve tulumbacıların gösterileri, cirit oyunları, mehter takımının gösterisi, sünnet olacak çocukların geçidi, tersane bölüğü ve sihirbazlık gösterileri ile Haliç’te gece gösterisi, esnaf alayının geçidi ve savaş oyunları gibi birçok eğlence organize edilmiştir. 

Bu şenliğin resimlenerek belgelenmesi ve sanatsal olarak sunulması, Levni tarafından on yıla yakın sürmüştür. Eserin ortak tasarım dilinden de anlaşılacağı üzere, resimlerin tasarım ve renkleri iyi düşünülmüş, şenliğin dinamik yapısı çok iyi sunulmuştur.

Hemen hemen her sayfada törenin yapıldığı mekanlardan ve törene eşlik edenlerin detaylarını gösteren sanatçı, aynı zamanda figürleri ve nesneleri yerleştirmekteki üstün başarısıyla da şenliğin son derece düzgün bir nizamda gerçekleştirildiğini ve büyük bir organizasyon olduğunu da ustaca görsel olarak betimler. 

Ancak, mükemmel bir organizasyon ve bu organizasyonun sanatsal ve belgesel olarak tarihe bırakılmasından öte… 

Şenliğin hazırlanmasından başlayarak, her türlü desteği uzun süre beklemek adına bile olsa, sağlayan hamiye ve böyle bir bilince saygılarımızla… 

İstanbul/ Mart 2021 

Şehnaz Biçer

HER ŞEYİ YAPAY ZEKÂYA YAPTIRIRSAK BİZ NE YAPACAĞIZ?

Yapay zekâyı biz tartışıp duralım hızla bu dünyanın içine çekiliyoruz. Endüstri devrimi nasıl bir değişim, dönüşüm yarattıysa yapay zekâ ile de başka bir dönüşüme çekildiğimiz kesin. Şubat ayında Prag tiyatrosu tarafından Čapek'in RUR'unun 100. yıl dönümünde yapay zekâ tarafından yazılan oyunu sahnelendi. Robot kelimesi yıllardır işimizi yapan bir özne olma durumundaydı zaten. Ancak insan zekâsının yerine alacağını varsaydığımız yapay zekânın acayip dünyasına hazır mıyız?

Distopyalar gerçek mi oluyor?

Ocak 1921'de Prag'da sahnelenen Karel Apek'in distopik tiyatro oyunu olan RUR (Rossum's Universal Robots)’da, 'robot' kelimesini kullanıyor. Şimdi, yüz yıl sonra, Prag'daki Švanda Tiyatrosu, robotlar tarafından ya da daha doğrusu, bilgisayar bilimcilerinden ve bir hesaplamalı dilbilimcinin önderliğindeki drama uzmanlarından oluşan bir ekip tarafından yaratılan bir oyunu sahneledi. ‘ When a Robot Writes a Play' başlıklı oyun Şubat ayının son cumartesi akşamı gösterime girdi ve çevrim içi olarak gösterildi. Projenin amacı, yapay zekânın insan yaratıcı bir disiplinde gerçekte nasıl performans gösterdiğini ve ne ölçüde eğlenceli bir tiyatro senaryosu oluşturabildiğini keşfetmekti. Bu oyun bir robotun bakış açısından günlük hayatın sevinç ve üzüntülerinin hikâyesi.

Yapay zekânın yazdığı oyuna sanat diyebilir miyiz?

Tam olarak yapay zekâ ile yazılmış bir oyun ne kadar duygu, muhakeme, bilinç barındırabilir. İnsan düşüncesinin veya yaratımının ve de ilham denilen şeyin tek bir kanaldan gelmediğini düşündüğümüzde bu sürecin bu kadar mekanik bir tavrı yoktur. Bu tuhaf bir şey değil mi? Yapay zekânın yazdığı tiyatro oyununu belki ileride sadece Yapay zekâların izleyebileceği bir alan olarak kalacak. Bir insanın çaresizliğini, çilesini bir yapay zekâ ne kadar anlayabilir? Taklit aslının yerini tutabilir mi? Bu distopya çok ürkütücü.

ARTI EKSİ

Artı

Mavi bölgeler takdire şayan

Ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki hemen hemen her ilimiz mavi. Hatırlarsak sonbaharda Urfa, Diyarbakır illerimizde Kovid-19 alarmı verilmişti. Bunun dışında iç Ege’de Uşak ilimiz mavi diğer her taraf sıkıntılı gözüküyor. Bu illerin takdir ve teşvik edilmesi güzel olur. Mavi illerimiz; Uşak, Şanlıurfa, Mardin, Şırnak, Hakkari, Siirt, Batman, Diyarbakır, Bitlis, Van, Bingöl, Muş, Ağrı, Iğdır.

Eksi

Ukulele

Ukulele bir Güney Amerika ülkesi Havai yerel çalgısıymış ve Milli Eğitim bakanlığımızın eğitim içi seminerlerimizde yerini almış görünüyor. İnternette bir araştırma yaptığınızda karşımıza Ukulele başlangıç seviyesi eğitim dersleri diye sayfaları göreceksiniz. Bunun dışında ney, yan flüt, ud, bağlama, keman, gitar dersleri de hizmet içi eğitim programında yer alan enstrümanlar arasında. Müzik çok önemli bir alan ve bu konuda kendi müziğimizin kültürünün medeniyet tasavvuru olduğu bilinciyle öğretmenlere verilmesi gerekiyor. Bu yüzden Ukulele’ye MEB’nın bünyesinde yer verilmesi gereksiz olmuş. Hiçbir batı ülkesi müzik eğitimlerinde bize ait ney, klasik kemençe, kanun gibi enstrümanları eğitim programına almıyor acaba neden bu kadar hoşgörü?

AŞI ÇALIŞMALARI

Türkiye’de ciddiyetle yürütülen aşı çalışmaları toplumun her kesimine yayılmaya başladı. Geçenlerde yaşı altmış olup altta yatan ve Kovid-19 olması durumunda hayatını tehlikeye sokacak biri hiçbir hastalığı olmamasına rağmen aşısını aile sağlık merkezinde olmuş. Avusturya’da yaşayan bir Türk tanıdığım aşının vatandaşlara ne zaman geleceğinin belirsiz olduğunu ve hatta doktorların bile hepsinin aşı olamadan aşının bittiğinden söz etti. Annesi babası Türkiye’de yaşayan bu arkadaşımız Türkiye’ye gelip aşı olsam olur mu acaba diye düşünüyor. Yapılan iyi şeyleri görüp takdir etmek niyetimizle ilgilidir. Takdir etmek iyiliği ve hizmeti teşvik etmek demektir. Sağlık sistemimizin başarısı dünyadaki otoriteler tarafından takdir gördü, görüyor. Biz de takdir etsek..