OLAĞANÜSTÜ BİR HAFTA: İRAN VE İSRAİL'İN KAYIPLARI

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Bazı zamanlar başımıza gelir, geçtiğimiz hafta da öyle olağanüstü bir hafta idi. Olağanüstü başladı ve olağanüstü gelişmelerle sona erdi.

Öncelikle geçtiğimiz hafta başı İran, Cumhurbaşkanı Reisi ve Dışişleri Bakanı Abdullahiyan'ın beraberindekilerle beraber öldüğü bir helikopter kazası haberiyle sarsıldı. Kaza, İran’ın Ortadoğu’da mücadele içerisinde olduğu bir döneme denk geldiğinden oldukça şüphe uyandırdı. Her ne kadar ön kaza raporu olağan dışı bir durum yansıtmasa da pek çok gözlemci olayın öncesi ve sonrasına bakarak şüphenin hiç dağılmayacağını hiç de açığa çıkmayacağını yazıp çizdiler. İran kendi mücadelesini oturttuğu tarihi içerisinde bölgesel güç artırımına açık bir revizyonizmi elinden hiç bırakmadı. 

Asimetrik ileride savunması zaten milis güçlerle kurduğu organik/ideolojik bağa dayanacağından bu tür bir revizyonist, güç ve nüfus artırma eğilimini zaten elinden de bırakamazdı. Tabi bu eğilim aynı zamanda agresif İran’ı sınırlandırma çabalarını da beraberinde getirdi. Bölgesel, konvansiyonel savaşlar hala çok maliyetli olduğu için, dahası ABD İran politikası bu tür bir doğrudan İran’ı hedef alacak pozisyonu desteklemediğinden Tahran’a yönelik sınırlandırma çabalarının bir ayağı hep suikast ve sabotaj gibi asimetrik savaş unsurlarına dayandı. İran, bu yolda sembolik açıdan son derece önemli isimleri kaybetmeye ve bu kayıplardan sonra politikasını görüntüde değiştirmeden, kayıpların yol açtığı iç mücadeleyi bir şekilde dengeleyerek yola devam etmeye alışık bir aktör. Bu açıdan bakıldığında Reisi ve Abdullahiyan, resmi sıfatlarını bir tarafa koysak dahi sembolik sayılabilecek isimler.

Abdullahiyan’ın kaybı kolay telafi edilemeyecek bir kayıp 

Abdullahiyan, İran’ın bugün her ne kadar kazançlarını tam toplamayı başaramasa da kazançta görünen dış politikasının mimarlarının en önemlilerinden biriydi. Saha ve sahadaki aktörler, bu arada milis güçlerle temasların kurulmasında etkili bir figürdü uzmanlara göre. Bugün İran’a yönelik olası dengeleme hamlelerini en çok zorlaştıran unsur, Tahran’ın milisleri üzerinden bölgesel ve koordineli el gösterme becerisini Filistin davası üzerinden yapması. Bu noktada İran ve Hamas arasında Arap Baharı, Suriye iç savaşı ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin alaşağı edilmesi esnasında soğuyan, uzaklaşan bağların tekrar kurulabilmesi, ısınması da son derece etkili. 

İsrail, Gazze politikasını korkunç bir başarısızlık üzerine oturttuğunda ve Filistinli Arapları yok etme ile ilgili eylem ve söylemi başarısız olacağını bile bile devamlı bir adım öteye taşıdığında Hamas’a Filistin davası üzerinden çok büyük bir alan açtı ve bu alandan İran da geçti, hatta yüzünü açıkça iki ülke birbirlerine misilleme yaptığında gösterdi de. Dolayısıyla hem Devrim Muhafızları ve milisler arasındaki saha ilişkilerini koordine etmekte önemli bir isim olarak, hem de İran-Hamas ilişki trafiğinin bugün kazandığı dinamizmi inşa edenlerden biri olarak Abdullahiyan, İsrail’i vurmaya cesaret eden, bunu yapabilen İran dış politikasının yüzüydü. Elbette, İran sadece Abdullahiyan istedi diye bu tür bir dış politika benimsememişti. İran müesses nizamının dış ve güvenlik politikasını ilgilendiren iki hususta çok net bir yol izlediğini görüyoruz. Bunlardan ilki, İran nükleer caydırıcılığı, diğeri İran’ın milis güçleri, füzeleri ve vekalet savaşları üzerinden sahip olduğu ile stratejik derinlikle ilgili. Genel kabul gören gerçek şu ki, İran nükleer silah eşiğinde bir ülke.

Yani nükleer caydırıcılığa sahip olmamakla beraber nükleer silah geliştirme ihtimalinin Ortadoğu’da nükleer bir silahlanmayı beraberinde getireceği korkusu üzerinden pazarlıklara devam eden bir aktör. Ayrıca nükleer caydırıcılığa bu kadar yakın olan bir aktörün bundan vaz geçmesini, hele bugünün güvenilmez uluslararası ilişkiler ikliminde vaz geçmesini beklemek bugün gizli kapaklı devam eden ABD-İran görüşmelerinin doğasını tam anlayamamak demek. Bence, ABD bugün gelinen statükodan İran’ın geri adım atacağını düşünmemekle beraber, tamamen statükoyu bozucu açık bir hamle yapmasını da arzu etmiyor. Bilindiği üzere ABD, bir yandan da Suudi Arabistan ile görüşmeler gerçekleştirmekte. Bu görüşmeler basına normalleşme görüşmeleri filan diye yansıyor olsa da daha ziyade Washington-Riyad arası bağları kuvvetlendirme, Çin’e kapı açmama, Riyad’ın kapasitesi üzerinden (ABD, böylece Sünni Arap dünyayı fazla uğraşmadan kazanacağı ile ilgili bir yanılsama içinde de olabilir) İran’ı dengeleyebilme görüşmeleri. Kısaca Riyad ile ilgili sonuca ulaşılmadan Tahran’ın Suudi Arabistan’ı daha çok teminat talep etmeye itecek bir hamle yapmasını istemiyor ABD. Dolayısıyla, İran tam nükleer caydırıcılığa ulaşamasa da bombayı geliştirmeden ABD ile arasında oluşan pazarlık payı üzerinden bir tür yarı-caydırıcılığa ulaşmış durumda.

Bu yarı caydırıcılık, İran’ın misiller ve füzeler üzerinden sahip olduğu stratejik derinlikle birleşince oldukça işe yarıyor. İşte bu işe yarayan hikâye masada Zarifi gibi bir figürü değil Abdullahiyan’ı, yani saha ile merkezin bağlantısını sağlayan bir kimliği gerekli görmüştü. Bu açıdan İran’ın yaşadığı kayıp, önemli bir kayıp ve benzer deneyime sahip bir dış politika figürünü bulmak – isim olarak böyle bir figür bulmak mümkün olsa da-, kaybı telafi etmek çok kolay olmayacak; ama Abdullahiyan’ın masa ve sahada koordine ettiği, sahayı öne çıkaran dış politika müesses nizamın isteği olarak devam edecek. Zaten aksinde bir değişimi göstermelik olsa dahi dayatan bir koşul da yok: İsrail başarısız, kaybediyor, Filistin davası bölgede siyaset ve meşruiyetin kalbi olmaya devam ediyor, ABD İran’ı dengelemek istiyor istemesine de bunu İsrail üzerinden yapmak konusunda sıkıntılara sahip, başka tür bir dengelemenin emareleri de henüz bölgede netleşmedi. Bölge devletleri doğrudan İran’ı hedef alan bir stratejinin parçası olamıyor ve olmuyorlar. Rusya ve Çin, ABD’nin hamlelerini beklemede. Dolayısıyla İran-ABD, İran- Uluslararası toplum hattında işleri 2017 öncesine saracak bir hava söz konusu değil.

Reisi’nin kaybının yaratabileceği sorunlar

Müesses nizam bu anlamda kafa karışıklığına sahip değil. İsrail’in içine düştüğü çukur derinleştikçe, rakibi yıpratmış olmanın verdiği kendine güven ile rejim güvenliğinden emin yola devam ediyordu. Reisi’nin bu şekilde ihmal ve ötesi şüphelerin olduğu, dahası bazı kabiliyet eksikliklerinin görünürlük kazandığı bir kazada ölmesi bu bakımdan İran’ın yumuşak karnına dokundu. Reisi’nin iki açıdan çok önemliydi. Yukarıda dış politika konusunda kararlılığını zikrettiğimiz müesses nizamın siyasal hayat, sınırları ve meşruiyet için esneme noktası ile ilgili görüşleri var. Bu noktada rejim güvenliği meşruiyet için siyasi meşruiyetten daha önemli görünüyor. Filistin davası gibi bölgeye ve İslam Alemine hatta tüm insanlığa seslenen unsurlar üzerinden de meşruiyet sağlanabildiği için seçimden seçime katılım oranları üzerinden çıkan meşruiyet tartışması rejim için katlanılabilir bir haldeydi.

Ama tabi rejim hem Muhafazakârlar arası uyumu (-ki gittikçe sertlik yanlılarının söz söyleme hakkına sahip olduğu bir uyum bu), hem de devrim muhafızlarının nüfusunun yargı, yasama ve yürütme- tüm devlet erkinin- üzerinde artmasından kaynaklı uyumu söz konusu meşruiyet krizinin tesellisi olarak görüyordu. Reisi, meşruiyet krizinin aynası gibi bir figür olmakla beraber, burada sözü edilen tesellinin yani nizam içeresindeki uyumun/kontrolün bir yansımasıydı. Dini Lider, yasama, yürütme ve yargıdaki Muhafazakarlar ve Devrim Muhafızları Reisi’nin bu uyumun temsilcisi olarak devletin en zirvesine doğru olan yolculuğunu onaylamışlardı. Reisi’nin devlet tecrübesine sahip olmasa da aynı uyumu yansıtacak isimler bulmak kolay olsa da sorun yukarıda bahsedilen tüm kesimlerin ortak onayını almış bir ismin bulunmasının yine bir sürü pazarlık ve karşılıklı yıpratma eylemini beraberinde getirebilme olasılığı. Geçtiğimiz parlamento seçimleri bu tür yıpratma hamleleri nedeniyle herkes açısından çok tatsız geçmişti.

İsrail’in kayıplar haftası ,Sözün özü geçtiğimiz Pazar günü gerçekleşen helikopter kazası sadece müesses nizamın iki önemli figürünü İran adına oyun dışında bırakmadı aynı zamanda İran’ın teknoloji savaşı içerisinde (doğruya doğru bu savaş ambargolar altında veriliyor) başardıkları kadar başaramadıklarını da göstermiş oldu.

Ve bütün bunların yanında İran iç siyasetinde Muhafazakârlar hatta Devrim Muhafızları ile dirsek teması içinde olan muhafazakârlar arasında yeniden başlayacak bir rekabet ve yıpratma mücadelesinin fitilini ateşledi. Biz daha bu fitilin neyi/kimi yakacağını ya da İran’ın İsrail’e kafa tutma görüntüsünün altında ne gibi yumuşak noktalarının olduğunu daha çok konuşurduk ama İsrail’e yönelik baskıların ciddi bir noktaya ulaşması, gündemimizi böldü. Bilindiği üzere İran hadisesi henüz çok sıcakken Uluslararası Ceza mahkemesi İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı hakkında Hamas sivil ve askeri kanat yöneticileri ile birlikte yakalama kararı aldı. Takiben Uluslararası Adalet Divanı Güney Afrika’nın çağrısı üzerine İsrail’e Filistinlilerin yaşam koşullarını katlanılmaz hale getirebilecek Rafah’taki askeri operasyonu hemen durdurma ve insani yardımın Filistinlilere ulaşması için gerekli tedbiri alma kararını verdi. Böylece, İsrail’in Rafah operasyonunu -ki başlangıcı da gidişatı da stratejik olarak garip ve sınırlı bir operasyon görünümündeydi- Gazze’deki amaçları için nihai bir zafer adımı olarak sunma şansı kalmadı. Norveç, İspanya ve İrlanda Filistin Devleti’ni tanıdılar, ki bazı Avrupa devletler UCM’nin verdiği kararı uygulayacaklarını söylemişlerdi. Tüm bu adımlar İsrail’in yalnızlaşması, İsrail’in Gazze politikasının adeta bir terör politikası olarak damgalanması için çok çok önemli hamleler. Böylece İran’ın zorlukları ve zayıflıklarının tartışılarak başlanılan hafta İsrail’in kaybettiği savaş gerçeğine döndüğümüz bir devinimle sona erdi. Bu ikilinin karşılıklı, karşılıksız kayıplarının tartışılacağı daha başka haftalar yaşanacak.