Son haftanın en önemli gelişmelerinden biri Sayın Fidan’ın Çin’i ziyareti ve mevkidaşları ile yaptığı
görüşmeydi. Görüşme, Putin SPIEF’de (San Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu) BRICS + ya da
genişletilmiş BRICS için pek ümitvar mesajlar vermeden kısa süre önce gerçekleşmiş, Türkiye’nin
BRICS’e katılma olasılığı “neden olmasın” iyimserliği ile cevaplanmış olduğundan bu eksende
tartışmalar çerçevesinde değerlendirildi. Ben, görüşmenin üç açıdan önemli olduğunu düşünüyorum.
BRICS mesajının da dahil olduğu jeopolitik görünümde oturduğu yer dolayısıyla, ikili ilişkiler açısından
ve tüm bunların üzerinde uluslararası topluma ilettiği mesaj açısından.
Çeşitlendirme ve “öncelik ekonomiye” mottosu
İkili ilişkiler çerçevesinde bu görüşme Türkiye ve Çin’in karşılıklı ilişkilerinin dayandığı genel
çerçevenin ve karşılıklı beklentilerin teyidi açısından önemliydi elbette. Türkiye-Çin ilişkilerini, üstelik
sadece iki ülke arasındaki ilişkiler dinamiği çerçevesinde de okumamak gerek. Çin ile ilişkiler
Türkiye’nin Yeniden Asya stratejisinin bir uzantısı, Türkiye ile ilişkiler de Çin’in Ortadoğu ve Balkanlar-
Merkezi Avrupa açılım stratejilerinin bir tamamlayıcısı olarak görülebilir. Bu çerçevede iki ülkenin
karşılıklı ilişkileri bölgesel strateji ve yatırımlarının bir parçası olarak tanımlanabilir. Bu noktada, iki
ülkenin geliştirdiği bölgesel bakış açısında belirli ortaklıklar da var. Her iki ülke de söz konusu bölgesel
angajmanlarda “öncelik ekonomiye” mottosunun altını çiziyor.
Türkiye, stratejik otonomi, -Nursin
Atesoglu’nun çok sevdiğim tanımlaması ile üçüncü yol- fikrini öne çıkartmadan önce daha bağımsız
hareket etmesine olanak verecek farklı ekonomik kaynak ülke ve pazar arayışı içerisindeydi. Bu
çerçevede hatırlanacaktır çok ciddi stratejik konular da dahil olmak üzere (örneğin hava savunma
sistemleri konusunda) Çin’in kapısı çalınmıştı. Dolayısıyla Çin Türk dış politikası açısından bir süredir
uzak bir alan değil, yatırım ve teknoloji kaynağı önemli bir adres.
Yani Beijing, Türkiye’nin ticari ve stratejik ilişki çeşitlendirme- yani kendisi adına makul
sigorta/güvence yaratma- stratejisinin bir parçası. Türkiye’nin bu tür çeşitlendirme stratejisini
güçlendirmesinin en önemli nedenlerinden birinin kaynak/yatırım/teknoloji sahibi ülkelerin ticaret ve
paylaşım stratejilerini yaptırım ve sınırlandırmalar üzerinden silah haline getirme eğilimi olduğunu
hatırlayalım.
İş sopa göstermeye gelince tüm büyük güçler yumuşak veya sert bir tonla tehdit
savurmaktan çekinmiyorlar, ticareti silah haline getirmenin de bin bir türlü yolu var ama ABD ve
Küresel Batı, son 15 yılda başarılı olacaklarını düşünerek yaptırım ve ambargo siyasetini pervasızca
kullandılar. Bu bağlamda çeşitlendirme takip stratejisi izlemekten imtina eden aktörler için bir tür
savunma mekanizması da oldu. Bu noktada Türkiye-Çin ilişkileri önemli ve bu noktada Türkiye, Çin
için hem özel hem de özel değil. Özel değil, çünkü Çin, sadece Asya için değil Küresel Güney ve hatta
Küresel Batı’nın benzer saiklerle geliştirdiği çeşitlendirme stratejisinin parçası.
Çin yatırımı, insan
kaynağı ve teknolojisi ile ilişki kurulması elzem yerlerden biri olarak görülüyor. Elbette, Çin’in
çeşitlendirme ya da dengeleme saiki ile çağrılıp kolun-bacağın kaptırıldığı yerler de var ama Türkiye,
bağımlıktan bağımlığa atlamak zorunda kalan bir aktör değil. Hata NATO üyeliği dolayısıyla Küresel
Batı’nın parçası ve çabası bağımlıklar arasında, eksenler arasında seçim yapmak ve birilerini takip
etmek değil bağımsız durabilmek. Ankara’nın çeşitlendirme stratejisi ve bu bağlamda ticaret-yatırım
dahilinde yaptığı pazarlıklar o nedenle zarar kontrolü ya da tavizden ziyade hep Ankara’nın ilişki
çeşitliliğinde Ankara’nın pazarlık gücünü artırmak için kuruluyor.
Bu noktada Batı içerisinde tek örnek
de Türkiye değil. Daha bağımsız hareket etmekle ilgilenen Batı içerisinde de bir dizi ülke var ve Çin bu
ülkelerle ilişki geliştirmeyi, onların stratejik denge politikasını güçlendirmeyi önemsiyor. Bu bağlamda
Macaristan’ın ismi çok zikrediliyor -ki doğru Budapeşte hem Çin hem de Rusya için önemli bir aktör,
üstelik AB üyesi ama bence Moskova ya da Beijing’in gözünde Küresel Batı içerisinde serbest
davranabilme kapasitesi gösteren aktörlerin birbirinden büyük bir farklılığı yok. Önemli bir davranış
kalıbı sergiliyorlar ve bu davranış kalıbı özellikle Çin’in – çünkü Ukrayna Savaşı gibi bir savaşın içinde de değil- uluslararası sistemde durduğu bugünkü çok saldırgan görünmeyen pozisyonunun gücünü
artırıyor.
Türkiye ile ilişki özel bir niteliğe bürünüyor; neden?
Peki Türkiye’nin daha özel olmasının önemi nereden kaynaklanıyor? Bilindiği gibi ABD’nin böyle
kelimelere dökmese de izlediği açık bir Çin-karşıtı stratejisi var. Bu strateji Çin’in sınırlandırılmasına
dayanıyor. Sınırlandırma, yalnızlaştırma ayağını da içeriyor. ABD, yalnızlaştırma kısmında çok başarılı
değil. Çin üzerine güvenlikleştirmenin en güçlü olduğu Güney Kore ve Japonya bile Çin ile angajmanı
tamamen bırakmadılar. Ama yine de ABD’nin baskısı Çin’in küresel sistemde ulaşım ve kontrol ağları
kurmasını, ulusüstü ağlar ve uluslararası iş birlikleri üzerinden kendi avantajına karşılıklı bağımlılıklar
kurmasının maliyetini yükseltti. Ayrıca sistemdeki diğer oyuncular da rakip ulusüstü ağlar, iş birlikleri
projeleri oluşturuyor.
Meşhur yol, kuşak, köprü savaşları olarak yansıyan karşılıklı adımlar nedeniyle
hiçbir büyük güç merkezi kendi mega projesinin meyvesini tam toplayamadı. Ayrıca süregiden
jeopolitik yerel çatışmalar ve güvenlikleştirme daha önce yatırım yapılan bazı aktörlerin pozisyonu ile
kuşkulara neden oluyor. Çin için önemli bazı dostluklar (İtalya, Yunanistan, İsrail) süreç içerisinde fazla
bir sonuç üretmedi, hatta geri adımlar atıldı. Riyad ve Tahran son derece önemli iki aktör ama bu iki
aktörün Ortadoğu jeopolitiğinde nasıl algılanacağı hala belli değil ve birbirleriyle açık olmayan bir
mücadele içerisindeler. Riyad-Washington pazarlığı da, kapı arkasından İran-ABD pazarlığı da devam
ediyor. Bu resimde Ankara neden özel, daha rahat anlaşılıyor.
Türkiye bölgede süren yerel
mücadelenin dışında bir aktör, pazarlıkların da çok sınırlı parçası (bu arada ABD’nin Suriye’deki sözde
seçim ve F16 açıklamalarının tesadüfen! Sayın Fidan’ın Çin ziyareti ile aynı günlere rastlaması
atlanmamalı), Batı içerisinde yeni Soğuk Savaş kutuplaşması mümkün olduğunca direnen bir aktör,
Türk ve İslam dünyasının parçası ve kendi mega projeleriyle büyük güçlerin mega projelerini
ilişkilendirmekten çekinmeyen, hatta bunu isteyen bir aktör. Orta koridor, Yol-Kuşak inisiyatifi ve
Kalkınma Yolu Projesinin birlikte tartışılması, Çin’in de konuya sıcak bakıyor izlenimi oluşturması
Türkiye’nin çeşitlendirme stratejisinin Çin ve Türkiye için karşılıklı fayda üretecek olduğunun Beijing
tarafından kabul edildiğini, en azından bu mesajın dosta-düşmana verilmek istendiğini gösteriyor.
Bu ilişkiden büyük anlaşmalar (Türkiye’nin ikili ticarette eşitliği güçlendirmek istediği ve turizm, tarım
vb konularında ısrarcı olduğu malum, Çin ise teknoloji ve alt yapı yatırımları konusunda iddialı çıkışlar
bekliyor) çıksa da çıkmasa da verilen bu mesaj son derece önemli. Türkiye’nin Çin’in başka ülkelerle
kurduğu ilişkiler çerçevesinde özel görülmeye başladığı savımızı abartı bulanlar da olacaktır, zira Çin’in
pek çok ikili özel ilişkisi var yukarıda zikrettiğimiz üzere. Ama Çin’in Doğu Türkistan konusunda Türk-
İslam kavramlarını geçiren bir konuşmaya tepki vermemesi, Sayın Fidan’ın Doğu Türkistan ziyaretinin
iki ülke ilişkilerinin gerilmeden gerçekleşmesinin önemini, bunun Çin açısından bir farklılık olduğunu
atlamamalıyız.
Çin, bugüne kadar, diğer İslam ülkeleri-Ortadoğu ülkeleri diplomasisinde Uygur
meselesini görünmez hale getirmeye çalışıyordu. Bunu da büyük ölçüde başarıyordu. Bu meselenin
Çin’e karşı ABD tarafından silah haline getirildiği de doğru. Çin’in konuyu egemenlik çerçevesinde
algıladığı ve bugüne kadar kültürel varlığın görünür olmasını bile bir tehdit olarak gördüğü, çok katı
bir politika benimsediği doğru. Şimdi bu politikada Türkiye üzerinden bir çentik açıyor, bir sapma
gerçekleştiriyor.
Bugüne kadar Türkiye’nin bu konuda Çin’in egemenliğini yaralamayan talepleri de
olmuştur muhakkak ama bugün bu taleplerin Çinli muhataplarca dinlendiğinin görülmesi, Dünya
kamuoyuna gösterilmesi son derece önemli. Bu adım, iki ülkenin Filistin diplomasisini de, Ukrayna
diplomasisini de daha güçlendiriyor. Türkiye’nin Türk Dünyasının diplomasi gücünü artırmayla ilgili
çabasında önemli bir verimi de temsil ediyor. Kısaca Beijing, Türkiye’ye tüm bu mesajların verilmesini
sağlayacak bir alan açıyor. Büyük güçler kıskançtır, böyle alanları kolay açmaz, özel buldukları ilişkiler
için ancak kıskançlıklarını geri plana atarlar.
BRICS meselesi
Tüm bu nedenlerle BRICS ile ilgili karşılıklı niyetler bu sefer daha ciddiye alındı. Aslında Türkiye’nin
bölgeselleşme ve bölgeselciliği çok ciddiye aldığını, bir şey temsil eden tüm bölgesel girişimlerin
parçası olmaya çalıştığı biliniyor. Bölgesel girişimleri (Yeniden Asya, Afrika açılımı vb. ) ikili ilişkileri
geliştirmenin ötesinde Türkiye’nin farklı bölgelerde temasta olunan , diyalog ve işbirliği kurulan bir
aktör olması ile de ilgili. Bu açıdan genişletilmiş BRICS Türkiye için tabi ki iyi bir adres. BRICS, Rusya ve
Çin’in Küresel Güney’e verdikleri en önemli mesaj alanı olduğu için genellikle Rusya ve Çin’in dış
politika aracı olarak görülüp, yorum yapılıyor. Oysa Türkiye açısından önemi çeşitlendirme stratejisi
ve dengeleme manevralarının filan ötesinde Küresel Güney’e kurumsal çerçevede ulaşabileceği bir
platform olmasından kaynaklanıyor. Küresel Güney henüz büyük güç kutuplaşması içerinde kararını
vermiş değil ama bu mücadelenin cepheleri aynı Soğuk Savaş gibi bir gün vuku bulacak ise sadece
Avrupa ve Asya’da vuku bulmayacak Üçüncü Dünya/Küresel Güney, bu hatta da vuku bulacak. Belki o
gün bu hat üçüncü bir kutup olarak çıkmayı, iki kutup arasında bölünmektense tercih edebilir. Bu
potansiyeli ve bugünkü kararasızlığı Küresel Güney’i jeopolitik mücadele ve çağrılarda cazibe merkezi
haline getiriyor. Türkiye, Batı ve Batı karşıtları dışında dünyaların olduğunun uzun bir süredir farkında.
Fakat tüm bu olumlu analizleri yaparken Türkiye’nin çok önemli bir sınırlamanın parçası olduğu da
unutulmamalı. Türkiye NATO üyesi, NATO caydırıcılığı hala çok kıymetli ve Türkiye’de NATO’ya önem
veren NATO sorumluluklarını yerine getiren bir aktör. Dolayısıyla bu yönüyle Küresel Batı’nın da
parçası ve bağlantısızlığı öne çıkaran akım ve kurumlara kolay kolay üye olamaz. Güven sorunu
Ankara ve diğerlerinin niyetinden bağımsız kolay aşılabilecek bir sorun değil. Şimdilik BRİCS ya da ŞİÖ
ile ilgili dilek ve temenniler biraz pazarlık aracı, biraz kutuplaşma karşıtlığının vurgulanması, biraz da
Türkiye’nin izlediği “üçüncü yolun” ilanı olarak kalacak gözüküyor. Bu yönüyle bile yeterince yararlı.