AVRUPA'NIN DERTLERİNE G7 VE UKRAYNA KONFERANSI BİR UMUT OLDU MU?

Prof. Dr. Vişne KORKMAZ
Tüm Yazıları
Bayram günü Avrupa'nın dertleriyle ilgili bir yazı daha okumak istemezseniz çok haklısınız ama işte beş yılda bir gerçekleştirilen AP seçimleri bol bol analiz yapacak fırsat sağladı hepimize.

 Ayrıca, seçim hezimetinden sonra Batılı liderler (Japonya da Küresel Batı’nın bir parçası olarak görülüyor son zamanlarda) İtalya’da G7, İsviçre’de Ukrayna Savaş Konferansı dahilinde bir araya geldiler ve demokratik anlamda hezimete uğramalarına rağmen küresel sistemin işleyişi ve Ukrayna Savaşı hakkında konuştular, mesaj verdiler ve bir duruş sergilediler. Bu durum, ölmedik ayaktayız mesajı olarak algılanmadı, daha ziyadesi ile halklarını memnun edememiş yönetimlerin -ki AP seçimleri Parlamento dağılımından ziyade ulusal düzeyde sorun yarattı- hiçbir şey olmamış gibi küresel sistemde söz söyleme çabası olarak görüldü. 

Siyasi hezimet sonrası G7

Aslında Küresel Batı ya da sembolik kurumsal yansıması G7 uzun bir süredir bir meşruiyet krizi yaşadığının farkında. Rusya’nın sürülmesi, çeşitli sektörlerini popülist akımlara oy vermeye iten ekonomik-siyasi-ideolojik duruşa sahip liderlerin lüks tatil beldelerinden Çin’in hegemonik yönelimlerini eleştirmesi filan da bu meşruiyet krizini yatıştırmaya yetmiyor. Bu yüzden G7, Hindistan, Brezilya, BAE -ki bunlar BRICS üyesi- ve Türkiye gibi aktörleri davet edip Küresel Güney’e göz kırpmayı da tercih etti kimi yorumculara göre. Bunun, yani G7’yi neredeyse G20’leştirmenin İtalyan Başbakan Meloni’nin fikri olduğunu söyleyenler de var. Meloni, klasik bir İtalyan-exitçi yani AB’yi yıkalımcı değil bilindiği gibi ama popülist sağın önde gelen siyasetçilerinden biri yani İtalyan’ın avantajına Avrupa’yı eğip bükecek siyasi manevraları, iç ve dış koalisyonları kurmaktan hoşlanan birisi. Göçmen krizini çözmek konusunda geliştirdiği formüller, Avrupa anlaşması çabaları vb çok başarılı olmasa da İtalya’da oyunu artırdı ve son seçimlerde oyunu artıran nadir AB hükümet partilerinden birinin lideri oldu. Komisyon başkanlığı seçiminde de atını doğru yere oynamış görünüyor. Bu nedenle G7 bünyesinde davet almış ülkeler- ki Afrika ülkeleri sadece Küresel Güney’e göz kırpmak için değil, İtalya ve Avrupa’nın kendi Afrika politikası için de önemli aktörler- G7’nin mesajını iletirken yanında görmek istediği aktörler, varlıkları bir tesadüf değil hem G7 ülkeleri hem de AB açısından ortaklıklarına önem atfedilen, ikna edilmek istenilen, başkentler. Bütün bu çabaya rağmen Küresel Batı’nın liberal sistem içerisinde topal ördek olarak görüldüğü gerçeği değişmedi. AP seçimleri de bu tabloyu Batı’nın yaşadığı siyasal kriz üzerinden daha netleştirdi. 

AP seçimleri gerçekten değişim dedi mi? 

Bu netleşen tablonun bir de öteki yüzü var tabi ki ve bu yüze göre de değişen fazla bir şey yok. AP’de ve Avrupa’da merkezi siyaset (merkez sağ ve sol) hala güçlü. Merkez ile iş tutabilen yeşillerin ve liberallerin içindeki eriyiş yeni değil, 2019 seçimlerinde de görünür hale gelmiş bir düşüş söz konusu. Ve açılan boşluğu da neredeyse son 10 yıldır Avrupa politikasında popülist hareketler dolduruyordu. 2024 AP seçimleri bu anlamda sürpriz değil. Popülist hareketler hem sağ hem sol spektrumda varlar, kendi aralarında AB’nin geleceği ya da dış politika veya güvenlik yönelimleri konusunda ortak değiller, Avrupa’nın geçmişi konusunda da ortak bir duruşları yok yani herkes Nazi selamı verelim, Hitler’in adını temizleyelim filan demiyor. Zaten aralarındaki farklılıklar nedeniyle AP’de ortak korkunç bir aşırı sağ grup oluşmuyor, oluşan gruplar siyasi fırsatçılığı koruyor, işlerine gelen politikalarda herkes herkesle pazarlık yapıyor. Bu değişmeme halini yansıtır şekilde- sanki AB dış politikası çok başarılıymış gibi- Von der Leyen büyük ihtimalle seçilmek için desteği sağlayacak. Yani bir yandan Avrupa’daki ulusal hükümetleri neredeyse silkeleyen bir seçim oluyor, fakat parlamentoda büyük bir değişim yok, Komisyon başkanı da 5 yıl daha koltuğunu koruyacak görünüyor. Tsunami olduysa bile – ki daha sağ bir Avrupa var önümüzde yani dalgadır, tsunamidir, bir sağ tepki Avrupa’da büyüyor- fakat bu tsunami Avrupa bürokrasisini vurmadı. 

Merkez, jeopolitik krizin kurbanı

Ama AP seçimleri üç şeyi açıkça gösterdi: 

1)- Avrupa’nın -daha geniş anlamıyla Batı’nın içinden geçtiği krizlere bu arada bir tür kimlik krizine kolay reçete sunmak konusunda popülist hareketler ortaklaşıyor, birbirlerinin başarılarından etkileniyor, öğreniyorlar. Ulusal değerler ya da “bizi biz yapan değerler” yüceltiliyor, krizlerin tüm faturası düzensiz göçe, göçmene kesiliyor. Bu krizlerin bir kısmı modernizmin getirdiği krizler, bir kısmı Avrupa bürokrasisinin ürettiği krizler, bir kısmı ise Avrupa’nın jeopolitiğine içkin krizler. Kısaca hiçbiri için kolay reçete ve kısa dönemli çözüm yok. O nedenle kimlik politikaları üzerinden merkezin çözümsüzlüğüne yapılan eleştiri etkili, oy sağlıyor ama gerçek bir çözüm getirmiyor- ama çözüm sağlamamasının faturasını da ödemiyor çünkü büyük ölçüde merkezin dışında. Dolayısıyla Avrupa’da ulusal düzeylerde merkezin dışına doğru kayan bir halk desteği var. 

2)-Halk desteğini küçümsemek ve çeşitli toplum mühendislikleri ile ya da koalisyonlarla ya da yasal ya da seçimlere özgü bariyerlerle durdurmaya çalışmak işe yaramıyor. Bu nokta önemli çünkü düne kadar çeşitli şekillerle popülist aşırıcılığın durdurulabileceği düşünülüyordu. Kimi zaman Makron gibi figürlerle, kimi zaman yasal sınırlamalarla, kimi zamanda yönetici koalisyonların dışında bırakarak. Bu tür engeller hem AP düzeyinde hem de ulusal düzeylerde vardı ve etkiliydi. Fakat tüm bu engeller, Avrupa geçmişinin tortusunun (büyük savaşlar, rekabet, Faşizm ve yol açtıkları kıyımların) hatırlatılması halkın popülist hareketlere oy vermesini engellemiyor. Dolayısıyla artık siyasetin dışında tutma garantisi AB ülkelerini kurtarabilecek bir garanti değil. 

3)-Avrupa’nın merkez partileri ekonomik krizi de güçlendiren jeopolitik krizi çözmekte, yukarıda bahsettiğimiz gibi, yetersiz kaldılar. Daha doğrusu karşı karşıya kalınan jeopolitik kriz Avrupalıların boylarını aştı. Avrupalılar ve AB daha önce sahip olduğu Rusya politikasını tamamen değiştirdi. Daha önceki Rusya politikası da -ki bu politika Rusya’yı ticaret üzerinden saldırgan olmamaya iknaya dayanıyordu- merkez elitin üretimiydi, Kırım’ın ilhakından sonra bu politikayı değiştiren de merkez elitti. Politikayı değiştirip, Rusya’yı açık bir tehdit olarak nitelendirirken AB bürokrasisi nasıl şahin davranmıştı hatırlayalım. Bu değişimi onaylarken amaç herhalde süregiden bir Avrupa krizine sahip olmak değildi. Oysa bugün Rusya Ukrayna’da yenilemiyor, krizle burun buruna yaşamak zorunda kalan Avrupalılar da küresel sistemde ABD ve Çin ile rekabet gücünü kaybediyor, çareyi Küresel Batı tanımlamasının arkasına sığınmakta buluyorlar. Merkez, dolaysıyla üç ayrı başarısızlığı aynı anda yaşıyor: Rusya’yı ikna edememek, Rusya’yı yenememek ve ABD’nin takipçisi olmaktan yeterince fayda sağlayamamak. Bu son nokta Trump’ın seçim kazanma ihtimali ile çok daha kritik bir hal alıyor zira biliyoruz Trump teknoloji paylaşımından ziyade yük paylaşımını önceleyen bir başkandı, NATO’ya yeterince katkıda bulunmayan Avrupalıları Rusya’ya yem etmekten açıkça bahseden bir başkandı.

Ukrayna Konferansı bir umut vaat etti mi? 

Ancak Trump faktörü olmasa bile Biden döneminde Avrupa konusunda, Avrupalı ülkelere aktarılacak kapasite, ya da teknoloji paylaşımı konusunda ABD tam anlamıyla karar verdi mi emin değiliz. Biden yönetiminin uzun bir süre Ukrayna Savaşı’nda sınırlandırmaya tırmanmadan daha öncelik vermesi de temelde bu yüzden. Avrupalı aktörler ise son dönemde tırmandırmayı Ukrayna Savaşı açısından temel taktik haline getirmiş durumdalar. Bu eğilimin Ukrayna Konferansına gidilirken Çin’in katılımını da engellediği görünüyor. Temel sorun şu, Avrupalı aktörler başta olmak üzere tırmandırma üzerinden Ukrayna Savaş sahasına yaklaşanlar riskli bir strateji izliyorlar zira farklı derecelerde belirsizliklerin olduğu bir ortamda Rusya’nın kaybetmesi için sistemi zorluyorlar. Trump ya da Biden iktidarının – İsviçre’de Ukrayna ile Savunma Anlaşması imzaladı- Rusya’nın kaybetmesi için işleri Avrupa’da ne kadar ileri götüreceği belirsiz. Bugünün mücadelesi iki kutuplu bir mücadele değil. Çin var, ABD’nin temel derdi Çin ile, Çin, Rusya ve küresel Güney’i birbirine yaklaştıracak adımlar atmak, askeri tırmandırma, birebir askeri karşılaşma- bunlar sırf Rusya yenilsin diye- kolaylıkla göze alınacak adımlar değil. Ayrıca Rus tehdidi ve bu tehdidi güvenlikleştirme için kullanılması – ki bunu bugünün Avrupası yapıyor- ile gerçek bir Rusya saldırganlığına karşı savuma bambaşka bir şey. Bu noktada ulusal düzeyin ötesinde bir Avrupa kapasitesi yok, o yüzden Avrupalılar tırmandırma yaparken sırtlarını NATO’ya, NATO’daki Amerikan varlığına dayadıklarından emin olmalılar. 

Bu noktada kimsenin emin olmadığı -mış gibi yaptığı bir süreç içerisindeyiz. G7’de -mış gibi yapıldı, Rus varlıklarına el konularak Ukrayna’nın desteklenmesine karar verdik denildi. İsviçre’deki Konferans’ta -mış gibi yapıldı Putin’in anlaşma planı ciddi bulunmadı, Zelensky desteklenecek mealinde bir sonuç çıktı. Ama bu sonuçlar Rusya’nın sahada yenilmesini sağlayacak sonuçlar değil, verilen garantiler de Rusya’nın yenilmesini sağlayacak şekilde ABD’nin müdahil oluşunu sağlayan garantiler değil. Öyleyse bol konuşma, meşruiyet krizi olsa da birlikteyiz tablosu ve az sonuç. Avrupa sokakları bu iç açıcı olmayan resim ile popülizm arasında kaldığında popülizmi seçiyor, gelecekte de -bir kırılma olmazsa- seçmeye devam edecek.